Ilık bir Eylül akşamüstü Dicle Poyrazköy'de denize yukarıdan bakan çay bahçesinde pötikare örtülü, ahşap sandalyeli masalardan birinde oturmuş yandaki çay ocağından limonataları alan Barış'ın gelmesini bekliyordu.
Geçen zaman içinde Barış ve Dicle tanınmadan, rahatsız edilmeden İstanbul'da dere tepe dolaşmanın, şehrin tadını çıkarmanın çok güzel yollarını bulmuşlardı. İsteyen buluyordu, neyse ki ünlü olmadıkları zamanlara ait pratik fikirlerini, doğal yaşam tarzlarını kaybetmemişlerdi.
Belgrad'da çekilen film post prodüksiyon aşamasındaydı ve hem festivallerde hem de gişede sükse yapacağı konuşuluyor, "Barış Havas" adı yeniden yükselişe geçiyordu.
Barış artık -olabildiğince- akıllanmıştı, en azından bazı açılardan. Tanınmamak ve hiçbir şekilde magazine malzeme olmamak için kırmızı arabasına dahi dönmemişti. Mütevazı otomobiliyle minik köylerde, tenha sahillerde Dicle'yle gönlünce geziyordu. Şapka ve güneş gözlüğünün, gündelik kıyafetlerin arkasına gizlendiği için de nadiren fark edilip o anlamsız selfie etkinliklerine katılmak durumunda kalıyordu.
Dicle, oturduğu yerden, bir set arasında Barış'ın ürkek, çekingen, sebepler uydurarak kendisini çaktırmadan yemeğe davet ettiği hemen aşağıdaki limana gülümseyerek bakıyordu. O akşam başkasına sözü olduğunu Barış'ın bilmemesi için ne kadar kıvrandığını hatırlayıp bir kahkaha attı. Neden gerçeği söylememişti ki? Basbayağı onu üzmekten -eğer üzülecekse- veya ikisi için küçücük de olsa bir ihtimal varsa onu kaybetmekten, ondan uzaklaşmasından korkmuştu işte... Olanca güçle arkadaş olmaya çalışırlarken, nasıl da zerre kadar öyle kalamamışlardı. Normal davranmaya çalıştıkça her şey sarpa sarıyor, kaçayım derken daha beter bir hızla çekiliyorlardı. Kendi kendine gülerken eli parmağındaki yüzüğe gitti...
Evet Barış, o sabırsız, tez canlı çocuk, tabii ki daha fazla beklemeyip planlarını yürürlüğe koymuş, sonucu ne olursa olsun Dicle'ye doğru atacağı her adımı adeta kutlu sayarak bu işe kalkışmıştı...
Belgrad'da film çekimlerinin birinci ayının sonunda Dicle yakasını ajansın işlerinden ancak kurtarıp kendini buraya atmış, hasretlerine son verebilmişti. İstanbul'a dönüşünden bir gün önce ise Barış'ın sürpriziyle pırıl pırıl, taptaze bir kararı beraberce almışlardı.
Sava Nehri üzerinde harika bir gezi teknesinde, sadece ikisi gecenin, ışıkların, bu piyangodan aniden çıkan şehrin ve kendi küçük kavuşma hikayelerinin -bir ayda yüzyıllarca ayrı kalmış gibi özlemişlerdi- içinde süzülüyorlardı.
Birden Barış yerinden kalkıp kaptan köşküne gitmiş üzerinde "Dicle♥Barış" yazan bir dilek feneri getirmiş, onu birlikte uçurmuşlardı. Dicle tâ buralarda böyle bir organizasyonu ne ara ve nasıl yaptığına şaşırmış bir halde ve çocuk gibi sevinçli parlayan gözleriyle feneri takip ederken Barış yanda sessizce bekliyordu.
Küçük sevinç nidalarıyla göğe bakan Dicle, Barış'ın niçin sessiz kaldığını anlamak için bir an başını yana çevirince, hemen dibinde heyecandan kalp atışlarını duyabileceği bir haletiruhiye ile cebinden bir yüzük çıkarmış bekleyen Barış'ı, onun kocaman açılmış parlayan gözlerini ve endişeyle tebessüm eden yüzünü görmüştü.
Kendi kocaman gülümsemesi bir anda yerini şaşkın ve anlamaya çalışan bir ifadeye bırakmıştı:
- Dicle! Eee şey...
Bir an heyecandan devam edemedi. Sonra elindeki yüzük kutusunu sıkıp derin bir nefes alarak tekrar söze girmeyi denedi. Aptal televizyon dizilerinden alınmış, meslek icabı zaten aklında kayıtlı o süslü püslü cümlelerden bir potpuri yapabilecekken, Dicle'nin karşısında yaprak gibi titreyip kekeleyen, yine her zamanki gibi kendi olan bir oğlan çocuğu duruyordu o an:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Olur Ya
FanfictionAslında Dicle ve Barış'la ilgili bir hikaye yazmayı planlamıyordum. Yalnız çok sevdiğim bir sahnenin alternatif bir versiyonu zihnimi dürtüp durduğu için bunu yazmaya karar verdim. Bu kısacık sahneyi aslında çok seviyor, tekrar tekrar izliyorum. Yaz...