Bölüm 3

18 2 57
                                    

Babamın evinin önündeyiz. Pembe boyalı eski bir ev. Ayakta kalmaktan bıkmış olacak yanındaki kirli sarı renkli binaya dayanmış vaziyette. Bütün bina kir pas içinde, annem olsa anksiyetesi artardı. Annemin aklıma gelmesiyle içime bir korku düşüyor. Annem beni burada, babamın evinin önünde ne düşünürdü hakkımda acaba? Kızar mıydı bana, kınar mıydı beni?

Gözlerimi usulca kapıyorum ve gözlerimden yaşların süzülmesine izin veriyorum. Lüle omuzlarımı okşuyor, beni sakinleştirmeye çalışıyor belli ki. Kadife gibi sesiyle ''Bol şans.'' diyor ve geriye çekiliyor. Beni babamla yalnız bırakma nazikliğinde bulunduğu için onu daha da çok sevdiğim karar veriyorum.

Babamın isminin yazılı olduğu zile basıyorum. ''Ozan-Aylin Vuslat.'' Demek yeni karısının ismi Aylin diyorum kendi kendime, bana neyse artık. Birkaç saniyelik bir duraksamanın ardından babamın seneler geçmesine rağmen hiç değişmemiş sesi duyuluyor. ''Kimsiniz?'' Gözlerimden birer birer dökülen yaşlar süzülüyor, onun sesini bunca yıl sonra duymak canımı hiç tahmin etmediğim kadar çok yakıyor. Babamın sesi ikinci kez duyuluyor ''Alo! Kimsiniz?'' Hafifçe öksürüyorum ve ''Benim,'' diyorum ''Benim baba, oğlun.''

Bir şeyin düşme sesi geliyor. Ne düştü acaba diyorum kendi kendime. Ardından birkaç tıkırtı ve en sonunda babamın boğuk sesi ''Açtım kapıyı, içeri gel.'' Siyah demirden kapıyı tüm gücümle itiyorum ve içeri giriyorum. Kalbim öylesine hızlı atıyor ve başım öylesine büyük bir kuvvetle dönüyor ki kırmızıya boyanmış merdivene zor geliyorum.

Babam ikinci katta yaşıyor. Merdivenden çıkarken üstümdeki kabanı düzeltiyorum ve pantolonuma elimle ütü yapıyorum. Buraya gelirken öylesine çok söz vardı ki babama söyleyecek, oysa şimdi hepsini unuttum.

Koyu kahverengi, ahşap bir kapısı var evinin. Önündeki ''Welcome!'' yazan hasırdan bir paspas ve birkaç yapay çiçek var. Zile basıyorum titreyen ellerimle, bir yandan da bu konuşmanın kötü geçmemesi için dua ediyorum.

İçeriden birkaç çocuğun koşuşturma sesi geliyor. En son gördüğümde iki çocuğun vardı baba diyorum kendi kendime şimdi kaç taneler acaba? Kapıyı sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk açıyor. Üzerinde arabalı bir pijama var, bugün okula gitmiyor herhalde.

Koyu kahve saçları ve koyu kahve gözleri var. Bana çok benziyor. Canım yanıyor yine. İçeriden babamın sesi duyuluyor ''İçeri gelsene Barış!'' On yıldır görmediği beni karşılamak için kapıya gelmeye bile zahmet etmemiş, kalbim kırılıyor.

Deri ayakkabılarımı çıkarıp kenara koyuyorum ve içeri giriyorum. Yere her bastığımda parkeler gıcırdıyor. Hemen önümden giden çocuk beni dar bir koridordan geçiriyor ve o koridorun sonundaki ufak yatak odasının önüne geldiğimizde aniden kayboluyor.

Tıklatıyorum kapıyı. Beyaza boyanmış ufak, buzlu camdan bir penceresi olan ahşap bir kapı. Babamın sesi duyuluyor ''Giriniz!'' Giriyorum.

Odanın tam ortasında koskoca ahşap kakmalı bir yatak, karısıyla burada yatıyor demek diyorum kendi kendime. Babam çalışma masasında oturuyor. Onu görmeyeli epey yaşlanmış. Benim duyamayacağım kadar hızlı ve kısık bir şekilde mırıldanıyor ve önündeki kalın deftere bir şeyler yazıyor.

Geldiğimi belli etmek için öksürüyorum. Kelleşmeye başlayan kafasını kaldırıyor ve asıl o zaman anlıyorum ne kadar yaşladığını. Gözlerinin altı şişmiş, gözleriyse kıpkırmızı. Sanki, yüz kasları da biraz sarkmış. Ayağa kalkıyor ve görüyorum ki ben onu görmeyeli epey kilo almış. Bizim yağ tenekesinden daha zayıf olduğunu söyleyemem. Hala pijamaları üstünde, üstündeki pijama öyle dar gelmiş ki rahat nefes alamıyor sanki içinde.

Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi kapıyor ve karşıma dikiliyor. Epey uzunum ondan, oysa onu son gördüğümde daha omzuna bile gelemiyordum. Şişman ellerini sırtıma koyuyor ve sıkıca sarılıyor. Öylesine sıkıyor ki beni nefes alamıyorum.

Yokuş AşağıWhere stories live. Discover now