episode 17

190 8 17
                                    









"Sadece öfkeli değildim.
Kırgındım. Depresifleşiyordum.
O mideme karışmadan ve beni bulantıya bulaştırmadan önce, kusmam gerektiğini bilmiyordum."





Mümkündü.

Herkes olmadığını söylerdi ama benim için mümkündü işte. Bir yalana tutunup tüm kaderi bel kemiğinden yakalayıp onu kırmak, mümkündü. Bel kemiği zor kırılırdı. Hele içi inanç dolduysa kemiğinin, önce onu akıtman gerekirdi. Bini aşkın günümü aldı o iliği akıtmak. Kemiği kırmak ise sadece bir saatimi.

Tanrı'nın işine burnumu sokmaktan nefret ederdim ama mecburdum. Çünkü, son bir şans... Bu boktan hayata son bir şans verecektim.

Parmaklarımın ucundaki karıncalanma ve donukluğu önümdeki şarap kadehine sürterek yok etmeye çalışıyordum. Şarap iyi geliyordu. Başka hiçbir alkol türüyle anlaşamıyordum. Sanki benim dilimden bir tek kan kırmızısı o sıvı anlıyordu, mideme karışınca görevi antidepresan oluyordu.

Gözlerimi yavaş yavaş mermer masanın etrafında toplanmış yaşıtlarımın üstünde gezdirdim. Saat neredeyse gece yarısını vuracaktı, daha önce hiç görmediğim ama sanki asırlardır seslerini duyuyormuş gibi hissettiğim insanların aralarında dönen sonsuz sohbeti dinliyordum. Bazen dedikleri şeyleri tamamen anlayamıyordum ama sorun değildi.

Savcının odasının içinde geçirdiğim dakikaların ardından odadan çıktığımda kendimin sanki hiç görmediğim bir yanını tanımıştım. Kendime alışıktım, içten içe hep sevgilimi korur, onun zarar göreceği şeylerden nefret eder ve engellemeye çalışırdım. En basitinden grip olmasından bile nefret ederdim. Ama o kapının önünde tanıştığım kendim, tamamen ölmemek için çırpınan bir parçammış gibi hissetmiştim.

Profesyonel yalancıydım. Bir kaç damla göz yaşı, ustaca kurgulamış kaza hikayem, ifademin altına attığım imzam, ardından onun ifadesinde de olayın kazara çıktığını görmem ve dosyanın tamamen kapatılışını görüşüm...

O beni canımdan yaralamaya alışıktı, bense onun ile ilgili tüm güzel anıları halının altına süpürmüştüm, şimdi yaptığı bu hareket benim için anlamsızdı. Sıfırdı.

Onun parmağına iğne batırıp kaçmamıştım, olduğumuz evi ateşe verip bizi öldürmek istemiştim, o bavulunu hazırlarken sonsuza kadar çıkıp gitsin istemiştim. Kimse inanmıyordu belki ama, o gece o son nefesini versin istemiştim ben. Akılsızca, vicdansızca bir istekti.

Kadehi kaldırıp dudaklarıma götürürken gözlerimi masanın üstündeki üzümlerin üstünden çektim. Şarapın ekşi ve mayhoş tadını uzunca içimde tuttuktan sonra yuttum. Olduğumuz yer bir gökdelenin tepesinde şehre uzanan şık bir restorandı. İçerisi tamamen sarı ışıklandırmalar ile hoş dizayn edilmişti.

"Hey." dedi birisi, ben bistrodaki çocuğun ustaca kokteyl yapmasını izlerken. Gözlerimi kırpıştırarak yanımda oturan, yeni tanıştığım çocuğa döndüm. Uzun kaküllerinin arasından bekleti ile beni izliyordu. Dudaklarımı kıvırarak gülümsedim.

"Pardon, duymadım." diye mırıldandım önüme gelen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırırken.

Sırıttı. Gözleriyle boş kadehimi işaret ettiğinde dediğini anlayarak kafamı onaylarcasına salladım. Ardından bir görevliye işaret yaparak boş bardaklarımızı işaret etti. Kahverengi ceketimin kollarını parmaklarımla çekiştirerek kollarımı masaya bastırdım. O sırada karşımdaki beden ağzına bir sigara yerleştirip paketi bana uzattığında uzanarak paketin içinden bir tane çektim.

people you know | wooyoungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin