Sizlere eşlik etsin:
Açık Seçik Aşk Bandosu - Yüzündeki Ürkek Güzellik
April Rain - Missing Someone I've Never Seen
Ne Jupiter - Ineffable
1. BÖLÜM: "ESARET KELEPÇESİ"Ben evsizdim. Gözlerimi açtığımda yüzüme vuran Güneş beni ısıtmazdı. Çünkü ben sıcaklığı hiç tatmamıştım. Bedenim ıraktı o topraklara. Yadırgardım. Isınmazdı bedenim, ısıtmazlardı. Sıcak sobanın arkasına kurulduğunda bedenini saran o yumuşak hissiyat değildi sıcaklık. O sobanın üstündeki mandalina kabuklarıydı, o sobanın üzerinde kaynayan çaydı, evi kokusuyla mest eden ıhlamurdu.
Benim için müzik birbiriyle uyumlu notaların sesi değildi. Birbirine aykırı ruhların aynı çatı altında kavuşmasıydı. Birbirine bağırıp çağırışlara olduğu gibi kahkahalara da şahit olan duvarların arasındaydı müzik. O sesler, kulağıma hoş gelirdi. Duru bir nehrin sakin akıntısı, kimsesizliğe çare olan insanlardı beni ısıtan. Çünkü ruhumu sarıp sarmalarlardı. Ama ben o kadar uzun zamandır ısınmamıştım ki Güneş bile bana yüz çevirmişti.
Ben, üşüyordum. Yalvaran gözlerle bakıyordum Güneş'e. "Lütfen!" diye acılarla bezenmiş titrek bir ses çıkıyordu boğazımdan. "Beni de ısıt. Çünkü ben çok üşüyorum."
Bana çare neydi?
Çıktığım yolda gidecek yerim yoktu. Yağmur bastırdığında bir şemsiyenin altına girdiğimde daha çok ıslanmaya başlardım. O şemsiye beni ruhumdan damlayan kandan koruyamazdı. Bu beden, ruha baş kaldıramazdı. Ürkekti içindeki fırtınaya, ürkekti yalnızlığı önüne siper etmiş o yabancıya. Evet, ben kendime yabancıydım. Ben, kendimi terk etmiştim. Kendimden sakınmıştım. Kendimden kaçmıştım. Bu yüzden insanları da kaçırmıştım. Yine, yine ve yeniden.
Kıyıya vuran denizin dalgaları hırçın değildi. Bizlerin ayak bastığı karaya usulca yaklaşıyorlardı. Korkuyorlardı belki ya da yükleri vardı. Dalgaların, denizin en derinlerinden omuzlarında buraya kadar getirdikleri yükler vardı. Bunlar kaybolmuş ruhlardı. O yüzden sakince yaklaşırlardı kıyıya. Yükleri ağırdı. Usulca bıraktılar kumsala. Yine aynı sakinlikle geri çekildiler. Sessizdiler, içimizde kendimizden bile sakındığımız korkunç canavarları uyandırmak istememişlerdi belki de.
Acımasız olurduk o zaman. Savaşırdık, yıpratırdık, öldürürdük. Sahi bu canavarı yaratan neydi?
Gecenin karanlığında odasında gece lambasının ışığına sığınmış bir çocuk gibi hissediyordum veya o olmaya ihtiyacım vardı. Çocuklar masumdu. Yaptıklarından Yaratan dahi onları sorumlu tutmazdı. Annelerinin, babalarının şefkatlerine ihtiyaçları vardı. Uyumadan önce yanağa bırakılan buseler, göz kapaklarının savaşına son vermek için okunan ninniler... Çocuk olmak böyledi. Çocuksanız sevilirdiniz. En azından çoğunlukla böyle olurdu.
Hayattı bu sonuçta. Kaideyi bozmak için hazırda bekleyen düşman gibi istisnalar, elbette vardı. Ama biz normal insanlardık. O aykırılıklar bize denk gelmezdi değil mi?
Hayat, dokuz ay sonunda anne karnından çıktığınız anda başlamazdı. Hayat, yaşamın kendisine gerçekten gözlerinizi açtığınız anda başlardı. İlk canınız yandığında, can acısının sadece annenizin size sağlınız için almadığı şekerden ibaret olmadığını anladığınızda başlardı. Olması gerekenleri yapmanızın, fedakârlık gerektirdiğini anladığınızda başlardı. Hayat, oyuncağınızı en sevdiğiniz arkadaşınızla paylaşmak değildi. Hayat, en sevdiğinizi feda etmekti. Ondan vazgeçmekti. Sebebiniz ise sadece 'olması gereken bu' olduğunda, hayatın bizi mecbur tuttuğu şeylerin farkına varırdınız. İşte o farkındalık; gülüşlerinizi söndürebilir, sizi ölmeden gömebilirdi.
![](https://img.wattpad.com/cover/304546141-288-k354080.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜTENAHİ ESİNTİ
General FictionKader! Ben bir savaştayım. Kaybedemem, giderim. Peki geri döner miyim? Limandan kalkan gemilerin rotası belliydi. Benimse sadece beni alabora eden dalgalarım vardı. O dalgalar geldikleri kıyılara beni de götürür müydü? Dalgalar! Gökyüzünün mav...