uçurumun sonunda yüzmek.

102 7 13
                                    

Kırmızı.

Kırmızıyı görüyordum.

Gözlerimin altındaki ince halkalarımda. Sonra, üst dudaklarımın kenarlarında, burnumun ucunda ve şakaklarımda. Her yerimde kırmızı vardı. O kadar fazla kırmızı ki gözlerim acıyordu. Gözlerim, kırmızıyı kabullenmemek için çok çaba sarf ediyordu. Garip değil mi?

Sonuçta kırmızı, nedir ki?

Utanç? Kan? Öfke? Ağlamak? Ya da şey gibi, sonsuz hüzün?

Bu yüzden kırmızıyım ya. Kırmızıyım, kızılım ve kırmızının her tonuyum ben.

Kırmızı olmak için çok çabalamak gerekmez, kırmızı sana kendisi gelir. Tıpkı yaşlı bir boğa gibi üstüne çöker ve huzursuz bir şekilde seni itmeye çalışır ya yeryüzünden. İşte, tam o an bir uçurumun kenarındaymış gibi hissedersin. Hiç kimsenin sana çare olmadığı ve senin de hiç kimseye çare olamadığın yer.

Boğa, seni izliyordu.

Ya kırmızıysan?

Ben, onun ta kendisiyim.

Boğa bana bakmaya devam ediyordu, burnunda hızması, kocaman kirli boynuzları ve nefes verişinde etrafta uçuşan tozlarla bana tıpkı koyu bir mor kadar sert olan öfkeyi hatırlattı. Öfkeyi ve öfkenin vücut bulmuş halini. Dev gibi cüssesiyle bana doğru koşmaya başladı. Uçurum kenarında, koşmaya başladım. Ayaklarımın yere basışımda saçma bir düzende boşluğa doğru kayışı ve kahvenin binbir tonu rengindeki büyük kayanın sonunda toz ter içinde kalmış oluşum beni şaşırttı. Şaşırttı ama bunu neden bana yüklüyordu ki? Kaçma sorumluluğunu neden bana yüklüyordu? Kırmızı neden üzerimden gitmiyor, neden kurtulamıyordum kırmızıdan?

Demiştim ya, ben onun ta kendisiyim diye. Bunu daha anlayamamıştım. Ya da bilmiyordum. Bilmek istemiyordum.

Ama boğa beni kovalıyordu ya, bir anda aklıma geliverdi bu ihtimal. Kaçışımın son noktasındaydım ve artık her yer benim için uçurumun kenarıydı. Taşlar her adımımda kırılıp uçurum halini aldılar. Bu beni üzüyor, öylesine üzüyordu ki yüzümün kan ter içinde kalışına rağmen nasıl büküldüğünü ve gözlerimin içindeki parlaklığın bir salisenin akreple yelkovan arasındaki savaşı kadar hızlı bir şekilde söndüğünü gördüm. Bana acı veriyordu. Kırmızı bana acı veriyordu. Bana yakışmıyordu. Üzerime oturmuş bir renk o, ben kırmızı değilim.

Kırmızı olamam.

Ama o boğa neden beni kovalıyordu?

Neden şimdi durup beni gözlerindeki tüm öfke ile olabilecek en çirkin şekilde seyrediyordu? Yüzünde bir tiksinti ifadesi vardı. Bana saldırmayacak kadar kutsal görüyordu kendini. Hindistan'da yaşamıyorsam bu mümkün olamazdı değil mi?

Buranın neresi olduğunu da bilmiyordum. Etrafta kimse yoktu. Birinin olduğuna dair bir his, bir renk ve bir koku yoktu. Burda gerçekten, hiçbir şey yoktu. Ben ve boğa vardık.

Kırmızı? Ve boğa.

Üzerime koşmuyordu, artık üzerime koşacak gibi de durmuyordu. Benden bıktı. Beni yakalamaya çalışmaktan bıktı. Artık beni istemiyordu.

Benim yok olmamı istiyor ama beni yok etmeyi istemiyordu.

Yavaşça başımı çevirdim, uçsuz bucaksız boşluğa doğru. Siyah, simsiyah. Hayret, beni bir rengin karşılamasını beklerdim. Mavi ya da mor. Ama yoklar. Buz dolu bir viski bardağının tek dikişte bitirilmesi kadar bomboş ve tatsızdılar. Onları düşünmek bile beni yoruyor, hatta rahatsız ediyordu. En değerlilerim onlardı ama, onlar bile bu ramakta benim için bir çare olamayacak kadar bana uzaklardı. Neden bu kadar uzaklardı?

Beni sevmiyorlar mıydı?

Boşluğa baktıkça, orda beni kendisine çeken bir girdap gördüm. Masmavi bir deniz yuvarlak bir döngü içerisinde yarılıyor ve beni içine çekiyordu.

Ölecek miydim? Sanmam.

Hah, orda siyahı görüyordum. Gerçek bu kadar acı ve sönük olamaz.

Boğanın nefesini duydum, şu çıt ses çıkmayan yerde, kendi nefesim ve kalp atışlarımdan yoksunken bile onun nefesini duyabilmem beni şaşırtıyordu. Dönüp baktım, o, sinirliydi. Kükrüyordu, son kez bana kükrüyordu.

"Şimdi at kendini!" diye bağırıyordu bana adeta.

Sözünü dinledim boğanın. Kalmakla kalmamak arasında birkaç salise gidip gelsem de boğazıma takılan ağır havadan kurtulmak için siyah boşluğa çekilmeyi istedim. Bir ayağımı attım, ve sonra ikincisini de. Baş aşağı düşmeye başladım. Gözlerim kapalıydı. Oldukça kapalı ve sıkı olmasına rağmen göz kapaklarımın üstünde kırmızıyı görüyordum. Kırmızıyı görmektense siyahı görürüm deyip açtım gözlerimi.

O kadar siyah, o kadar siyah ki kör olduğumu düşündüm. Bir yere düştüğümü ancak göremediğimi, ya da öldüğümü düşündüm. Yüzüm kıpkırmızıydı. Tenim adeta ateş gibi yanıyordu. Kollarımda çok fazla acı hissediyordum. Gözlerimi her kapatışımda gece bir farı gören tavşanın gözündenmiş gibi, çok kuvvetli bir kırmızıyı görüyordum. Gözlerimi açtığımda ise, kördüm ve çok fazla acı hissediyordum.

Ölmeyi yeğlerdim, neden kırmızı ve acı olarak ayrılıyordu ki bu uçurum?

Kollarıma bir şeyler batıyordu ama ne kendi vücudumu ne de etrafı görebiliyordum. Gözlerimi açtıkça acı artıyordu ama ben kör olduğuma inanmak istemeyip bir daha etrafa baktım. Çığlık attım, deli gibi çığlık attım ama sesimin çıktığından emin değilim.

"Hyunjin! Kendine gel! Hyunjin!"

Gözlerimi açtım. Bu, Chan. Bu gri. Bu benim grim. En yakın arkadaşım ve nihai dostum.

Bana doğru yaklaştı ve kan ter içinde kalmış saçlarımı gözümün önünden çekerek gözyaşlarının ıslattığı dudaklarını aralayıp bir şeyler mırıldandı. Ancak ne söylediğini bir türlü duyamıyordum.

Neden duyamıyordum?

Derin bir acı hissediyordum kollarımda. Yine aynı tanıdık koku; hastane. Acı bir espressoyu kafaya dikmek kadar tiksindirici bir koku bu. Aşırı dozda yeşil, yeşilden nefret ederdim.

"Yine ne yaptın Hyunjin?"

Chan'ı duymanın o kadar da önemli olmadığını anladıktan sonra yavaşça kollarıma çevirdim. Ah, doğru ya. Yine intihar için kollarımı ve bileklerimi kesmiştim. Bileklerimdeki atardamar zarar görmüş olmalı ki alışkın olduğum keskin bir tel gibi dikiş iplerini derimin içinde fark edebiliyordum.

Gözlerimi tekrar kapattım, kırmızı. Gerçekten bu mu?

Kırmızı?

Griye dönüp gözlerimi açtım.

Ne kadar çok ağlamıştı?

Onun da gözlerinin altında kırmızılıklar vardı, bu renkten tiksiniyordum. Kırmızıyı grime yakıştıramıyordum, o kadar yakıştıramıyordum ki Chan'ın kırmızılarını kesip atasım geliyordu. Bu nasıl bir tezat? Ben kırmızıyken Chan'ın yanıbaşımda bulunması midemi bulandırdı bir an.

Döndüm diğer tarafa ve boş bakışlarla camdan dışarıyı seyrettim.

Kore'nin en depresif şehri Seoul, gecenin siyahlığıyla beni selamladı sakince.

Ve bana acı veren siyahtan da o an soğudum.



Sa yeni kurgu, sa yeni karakterler, sa yeni veya aynı okuyucular.

Bu kurgu çokça kendini ezikleme, kendini sevmemeden oluşan problemler ve insanın düşmanının yine insan olmasının nedenlerini açıklama çabasıdır.

İyi okumalar dilerim, seviliyorsunuz.

Uçurum Saftatası ve Hastacılık |HyunhoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin