Sen bu karanlık ömrümün içine bir sevinç ışığı gibi, kurumaya yüz tutan ekinlere can veren bir nisan yağmuru gibi birdenbire geldin...
-Sabahattin Ali
"Ne kadar kaldı? Bu şey daha hızlı gidemez mi?"
"Neredeyse vardık efendim." Jimin sıkılmaya başladığı için arabayı arabacıyı darlıyordu. Minik pencereden sürekli ona ne kadar yolları kaldığını sorup duruyordu. Oturmaktan bacakları uyuşmuş ve uyumaktan da beyni pelteye dönmüştü. Uyanalı çok olmadığı için ağzındaki gitmeyen o iğrenç tadı saymıyordu bile. Vücudu ise bir kaç gündür işkenceye maruz kaldığı için acısını şimdi çıkarıyordu. Berbat bir halde olduğunun o da farkındaydı. Zaten herhangi bir aksilik olma ihtimali olsa gelir Jimin'i bulurdu. Hiç bir işi rast gitmediği için dünyaya çok sinirliydi. Hayatı "Hadi en büyük kozunu oyna çünkü daha yıkılmadım." der gibi yaşıyordu. Başına ne geleceğini bilmiyordu ama bir şey geleceğine kalıbını basardı. En azından şu an başına bir aksilik gelmeyeceğini umut ediyordu, çünkü aylık aksilik kotasını çoktan aşmıştı.
Pencereden yolu izlerken yolun kenarlarındaki çiçekler sayesinde huzuru iliklerine kadar hissetmişti. Dışarıda temiz bir nefes almak gibisi yoktu onun için. Prens olduğundan dolayı saraydan çıkmak onun için tehlike arz ediyordu. Çoğu zaman arka bahçenin kapısından kaçsa da tehlikeli olduğunun o da farkındaydı. Tabi her kaçışında onu elleriyle koymuş gibi buluyorlardı.
Oturduğu yerden dışarıyı seyretmeye devam eden Jimin derin bir nefes aldı. Artık özgürdü. Kimse tarafından kukla gibi oynatılmayacaktı. Çünkü artık annesi ve babası yoktu. Bir de onların küçümseyici bakışları. Yerine getirmesi gereken vazifeler yoktu. Jimin kendini bir kuş gibi hissediyordu. Kanatlarına taktıkları zinciri kırmış bir kuş, kafesinin kapısı açık unutulmuş bir kuş...
Gözlerinin önüne gelen siyahlığı tek eliyle kulağının arkasına ittirdi. Çok sert esen rüzgar kulağının arkasındaki saçları bir vurma ile tekrar anlına dökmüştü. Esen rüzgar içini ürperttiği için pencereyi kapattı. İçeriye karanlık hakim olduğunda en iyi fikir uyumaktı. Başını tahta parçasına yaslayıp uykunun onu gelip bulmasını bekledi. Şu aralar ruhen ve bedenen çok yorulduğu için uykucu olup çıkmıştı.
Araba durduğu zaman gelip gelmediklerini perdenin kenarından kontrol etmişti. At yorulduğu için mola verdiklerini farz ediyordu çünkü burası ne bir saraya benziyordu ne de bir soylu köşküne. Arabanın kasasından gelen seslerden valizlerinin indirildiğinden emin olmuştu. Candy ile beraber arabadan indiklerinde valizler orta yere bırakılmış duruyordu. Arabacıya neden onu burada indirdiğini soracakken at arabasının kendinden uzaklaşmaya başladığını fark etti. Arkasından sadece ağzı açık bir şekilde bakıyordu. Haklıydı da, ona hiçbir açıklama yapmadan gitmişti. Ancak arabacının da suçu yoktu. Jimin dönmeye çalışır diye kral kesin emir vermişti.
Jimin'i karşılamak için dışarı çıkan Bayan Jeon oğlunu da kolundan çekiştirerek dışarı çıkarmıştı. İkisi de eli yüzü yara bere içinde bir prens görmeyi beklemiyordu. Bayan Jeon'un oğlu Jungkook ağzından çıkan cümleye engel olamadı.
"Anne prens olduğuna emin misin? Daha çok yaralı küçük bir ceylana benziyor." bunu söylemesi ile annesi tarafından koluna darbe yemesi bir olmuştu Jungkook'un. Bayan Jeon hızla merdivenlerden inip Jimin'in önünde eğildi.
"Hoş geldiniz prensim. Yoldan geldiniz, aç ve yorgun olmalısınız. Oğlum sizi odanıza çıkarsın ben de sofrayı kurayım. Buyurun içeri geçelim." Jimin bugün olanların hiç birine anlam verememişti. Ne yani Seul'de saray varken bu beş para etmez köşkte mi kalacaktı? Tahtadan olan bu köşk üflesen uçacak bir vaziyetteydi. Fakat her şeyden mühim bir husus vardı; anne ve babasının yanında kalmaktansa ahırda kalmayı yeğlerdi. Burasının da ahırdan daha iyi bir yer olduğu ortadaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Forget Me Not~Jikook
FanfictionSolan çiçeği kesip atmazsan kökünü çürütür derdi. Ben çiçeğime kıyamam ki.