Boxer'ın yarılan toynağının iyileşmesi uzun sürdü. Zafer kutlamaları sona
erdikten bir gün sonra yel değirmenini yeniden yapmaya başlamışlardı. Boxer
bir gün bile izin almaya yanaşmamıştı; acı çektiğini kimseye belli etmemeyi bir
onur sorunu olarak görüyor, toynağının çok ağrıdığını akşamları yalnızca
Clover'a itiraf ediyordu. Clover, Boxer'ın yarasını, çeşitli otları çiğneyerek
hazırladığı lapalarla iyileştirmeye çalışıyordu. Clover ile Benjamin, kendini fazla
yormaması için Boxer'a yalvarıyorlardı. Clover,"Atlar da yorulur," diyor, ama
Boxer kulak asmıyordu: Artık tek bir amacı kalmıştı, o da emekliye ayrılmadan
yel değirmeninin çalışmaya başladığını görmekti.
Başlangıçta, Hayvan Çiftliği'nin yasaları ilk kez hazırlanırken, emeklilik yaşı
atlar ve domuzlar için on iki, inekler için on dört, köpekler için dokuz, koyunlar
için yedi, tavuklar ve kazlar için de beş olarak belirlenmişti. Emekli aylıklarının
yüksek tutulması kararlaştırılmıştı. Gerçi henüz hiçbir hayvan emekliye ayrılmış
değildi, ama son zamanlarda bu konu gittikçe daha çok tartışılır olmuştu. Meyve
bahçesinin arka tarafındaki küçük çayırın arpa ekimine ayrılmasından sonra,
büyük çayırın bir köşesinin çitle çevrileceği ve emekliliği gelen hayvanlar için
otlak olarak kullanılacağı yolunda bir söylenti dolaşıyor; emekli atlara günde iki
buçuk kilo tahıl, kışın yedi buçuk kilo ot, bayramlarda da bir havuç ya da
mümkün olursa bir elma verilmesi gerektiği söyleniyordu. Boxer, gelecek yıl yaz
sonuna doğru on iki yaşına basacaktı.
Hayatın zorlukları bitmek bilmiyordu. Bu kış da bir önceki kadar soğuktu,
yiyecekler daha da azalmıştı. Domuzlar ve köpeklerin tayınları dışında bütün
tayınlarda bir kez kısıntıya gidilmişti. Squealer'ın açıklamasına bakılırsa,
tayınlarda çok katı bir eşitlik, Hayvancılığın ilkelerine aykırıydı; yiyecek
sıkıntısı varmış gibi görünebilirdi, ama gerçek hiç de öyle değildi. Squealer
gönüllere su serpmeyi çok iyi beceriyordu. Kuşkusuz, şimdilik, tayınları yeniden
ayarlamak zorunda kalmışlardı (Squealer, hiçbir zaman "kısıntı" sözcüğünü
kullanmıyor, '"yeniden ayarlama" demeyi yeğliyordu), ama gene de Jones'un
dönemiyle kıyaslandığında çok büyük bir ilerleme söz konusuydu. Rakamları en
küçük ayrıntısına kadar, tiz bir sesle hızlı hızlı okuyarak, Jones'un dönemine
oranla daha çok yulaf, daha çok ot ve daha çok şalgam yediklerini, çalışma
saatlerinin daha aza indirildiğini, içme sularının daha nitelikli olduğunu, daha
uzun yaşadıklarını, ölen yavruların sayısında büyük bir azalma görüldüğünü, ahırlarda daha fazla saman bulunduğunu ve eskisi kadar pirelenmediklerini bir
bir ortaya koyuyordu. Hayvanlar, ne dese inanıyorlardı. Doğrusunu söylemek
gerekirse Jones'un zamanında olup bitenler, belleklerinden neredeyse bütünüyle
silinmişti. Şimdilerde yoksul ve çetin bir hayat yaşadıklarını, çoğu zaman aç
kalıp soğuktan donduklarını, uyku uyumak dışında her dakikalarını çalışmakla
geçirdiklerini biliyorlardı. Ama eski günlerin daha da beter olduğuna inanıyorlar
ve bundan mutluluk duyuyorlardı. Kaldı ki, Squealer'ın da durmadan vurguladığı
gibi, eskiden köle olmalarına karşılık şimdi özgürdüler; bütün fark da buradaydı.
Beslenecek boğazlar da artmıştı. Sonbaharda dört dişi domuz da aşağı yukarı
aynı sıralar toplam otuz bir yavru doğurmuştu. Çiftlikteki tek erkek domuz
Napoléon olduğundan, hepsi de alacalı olan yavruların babalarının kim olduğunu
kestirmek hiç de güç değildi. İleride, tuğla ve kereste alındığı zaman, çiftlik
evinin bahçesinde bir derslik yapılacağı açıklanmıştı. Ama şimdilik küçük
domuzlara çiftlik evinin mutfağında Napoléon kendisi ders vermekteydi. Beden
eğitimi ve gezinti için bahçeye çıkıyorlardı, ama öteki hayvanların yavrularıyla
oynamalarına izin yoktu. Gene o sıralar, yeni kurallar getirilmişti: Bir domuz ile
başka bir hayvan yolda karşılaştıklarında öteki hayvan kenara çekilerek domuza
yol verecek ve bütün domuzlar pazar günleri kuyruklarına yeşil kurdele takma
ayrıcalığına sahip olacaklardı.
O yıl çiftlikte işler yolunda gitmesine karşın, hâlâ para sıkıntısı çekiliyordu.
Derslik için tuğla, kum ve kireç almak, yel değirmeninin aygıtları için de para
biriktirmek zorundaydılar. Ayrıca, ev için gazyağı ve mum, Napoléon'un sofrası
için şeker (şişmanlamasınlar diye şekeri öteki domuzlara yasaklamıştı) almaları
gerekiyordu; araç gereç, çivi, ip, kömür, tel, hurda demir ve köpek bisküvisi de
cabası. Samanların ve patateslerin bir bölümü satılmıştı; sözleşmedeki yumurta
sayısı haftada altı yüze çıkarıldığından, o yıl tavuklar yeterince civciv
çıkaramamışlardı. Aralık ayında azaltılmış olan tayınlara şubatta yeniden
kısıtlama getirilmiş, fazla gazyağı gitmesin diye ahırlarda fener yakmak
yasaklanmıştı. Ama domuzların rahatı yerindeydi; dahası, semirdikleri bile
söylenebilirdi. Şubat sonlarına doğru bir akşamüstü, mutfağın arkasında bulunan
ve Jones'un zamanında hiç kullanılmayan küçük bira imalathanesinden avluya,
hayvanların o güne kadar hiç duymadıkları, ılık, nefis, iştah açıcı bir koku
yayıldı. Hayvanlardan biri, bunun pişirilmekte olan arpa kokusu olduğunu
söyledi. Kokuyu içlerine çeken aç hayvanlar, yoksa akşam yemeğine sıcak bir
lapa mı hazırlanıyor, diye düşünmekten kendilerini alamadılar. Ama sıcak lapa
şöyle dursun, ertesi pazar artık tüm arpanın domuzlara ayrılacağı açıklandı.
Meyve bahçesinin arkasındaki tarlaya çoktan arpa ekilmişti. Çok geçmeden bir haber yayıldı: Artık her domuza günde yarım litre, Napoléon'a ise dört litre bira
veriliyor, Napoléon birasını Crown Derby takımının çorba kâsesinden içiyordu.
Gerçi güçlüklerin ardı arası kesilmiyordu, ama hayvanlar artık eskisine göre
çok daha onurlu yaşadıklarını düşünerek bir ölçüde avutuyorlardı kendilerini.
Daha çok şarkı söyleniyor, daha çok konuşma yapılıyor, daha çok tören
düzenleniyordu. Napoléon, haftada bir, Hayvan Çiftliği'nde verilen savaşımları
ve kazanılan zaferleri kutlamak amacıyla Kendiliğinden Gösteriler
düzenlenmesini buyurmuştu. Hayvanlar, belirlenen saatte işi bırakıyor, çiftliğin
çevresinde askeri düzende yürüyüşe geçiyorlardı: en önde domuzlar, onların
arkasında atlar, sonra inekler, koyunlar, en arkada da kümes hayvanları...
Köpekler geçit alayının iki yanında yürüyor, Napoléon'un siyah horozu da başı
çekiyordu. Üzerinde hayvan ayağı ve boynuz resmi bulunan, "Yaşasın Napoléon
Yoldaş!" yazılı bir bayrağı her zaman Boxer ile Clover taşıyorlardı. Daha sonra,
Napoléon'un onuruna yazılmış şiirler okunuyor, ardından Squealer gıda
maddeleri üretimindeki son artışları ayrıntılarıyla açıklayan bir konuşma
yapıyor, zaman zaman da bir el silah atılıyordu. Kendiliğinden Gösteriler'in en
büyük tutkunu koyunlardı; içlerinden biri vakit kaybettiklerinden ve soğukta
dikilip durmaktan başka bir şey yapmadıklarından yakınmaya kalksa (bazı
hayvanlar, gerçekten de, domuzlar ve köpekler ortalıkta görünmediği zamanlar
yakınıyorlardı), koyunlar o saat bir ağızdan, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye
avazları çıktığı kadar meleyerek onu susturuyorlardı. Ama hayvanlar bu
törenlerden genellikle hoşnuttular. Ne de olsa, kendi kendilerinin efendisi
olduklarının ve yalnızca kendi yararları için çalıştıklarının anımsatılması,
yüreklerini ferahlatıyordu. Böylece şarkılarla, tören alaylarıyla, Squealer'ın
sıraladığı rakamlarla, tüfeğin gümbürtüsüyle, horozun ötüşleriyle ve bayrağın
dalgalanışıyla, ara sıra da olsa, açlıklarını unutabiliyorlardı.
Nisan ayında Hayvan Çiftliği'nde Cumhuriyet ilan edildi. Bir başkan seçmek
gerekiyordu. Tek aday olan Napoléon oybirliğiyle başkan seçildi. Aynı gün,
Snowball'un Jones'un suç ortağı olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgileri gün ışığına
çıkaran yeni belgeler bulunduğu açıklandı. Belgeler, Snowball'un, hayvanların
ilk başta sandıkları gibi yalnızca Ağıl Savaşı'nın kaybedilmesi için savaş hilesine
başvurmakla kalmadığını, açıktan açığa
Jones'un safında dövüştüğünü ortaya koyuyordu. Üstelik, İnsan kuvvetlerinin
komutanlığını üstlenmiş ve, "Yaşasın İnsanlık!" diye haykırarak saldırıya
geçmişti. Snowball'un sırtındaki yaraları kendi gözleriyle gördüklerini
anımsayanlar ise, yepyeni bir şey öğreniyorlardı: Meğer bu yaraları Napoléon dişleriyle açmıştı.
Kaç yıldır ortalıkta görünmeyen kuzgun Moses, yaz ortalarına doğru birden
çiftliğe geri döndü. Neredeyse hiç değişmemişti; elini sıcak sıcak sudan soğuk
suya sokmuyor, eskisi gibi Balbadem Diyarı masalları okuyup duruyordu. Bir
kütüğün üstüne tünüyor, kara kanatlarını çırpıyor; dinleyecek birini
bulmayagörsün, saatlerce konuşuyordu. Koca gagasıyla gökyüzünü göstererek
çok ciddi bir sesle, "İşte orada, yoldaşlar," diyordu. "Balbadem Diyarı, biz
zavallı hayvanların tüm sıkıntılarımızdan kurtulup sonsuza dek huzur içinde
yaşayacağımız ülke orada, şu gördüğünüz kara bulut var ya, onun hemen
ardında!" Dahası, bir gün çok yükseklerden uçarken oradan geçtiğini,
alabildiğine uzanıp giden yonca tarlalarını, keten tohumu küspesi ve
kesmeşekerlerle kaplı çalılıkları gözleriyle gördüğünü ileri sürüyordu.
Hayvanların birçoğu ona inanıyordu. Bu dünyada açlık ve yokluk içinde
yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha
doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? Asıl anlaşılması zor olan, domuzların Moses'a
karşı tutumuydu. Hem onu aşağılayarak Balbadem Diyarı'yla ilgili masallarının
palavra olduğunu söylüyorlar, hem de hiç çalışmadan çiftlikte kalmasına ses
çıkarmıyorlar, dahası her gün bira içmesine izin veriyorlardı.
Boxer, ayağı iyileştikten sonra, her zamankinden daha sıkı çalışmaya
başlamıştı. Aslında, o yıl, tüm hayvanlar köle gibi çalışıyorlardı. Çiftliğin
gündelik işleri ve yel değirmeninin yeniden yapımının yanı sıra, bir de mart
ayında genç domuzlar için bir derslik yapılmaya başlanmıştı. Az yiyip çok
çalışmak dayanılır gibi değildi, ama Boxer asla pes etmiyordu. Konuşmalarından
da, çalışmasından da, artık eskisi kadar güçlü olmadığını anlamak mümkün
değildi. Yalnızca görünüşü biraz değişmişti; tüyleri eskisi kadar parlak değildi,
kocaman sağrısı içine göçmüştü. Herkes, "İlkbahar otları bir yeşersin, Boxer
kendini toparlar," diyordu. İlkbahar otları yeşerdi, ama Boxer toparlanamadı.
Bazen, taşocağına çıkılan yamaçta, iri bir kaya parçasının altında kasları
titrediğinde, onu ayakta tutan tek şey kararlılığı oluyordu. Böyle durumlarda,
sesini tümden yitirmesine karşın, dudaklarından: "Daha çok çalışacağım,"
sözcükleri okunabiliyordu. Clover ile Benjamin, sağlığını koruması için onu
sürekli uyarıyorlar, ama Boxer kulak asmıyordu. On ikinci yaş günü
yaklaşıyordu. Sağlığı umurunda değildi; tek isteği, kendisi emekliye ayrılmadan
yel değirmeni için yeterince taş toplanmasıydı.
Bir yaz akşamı, birden çiftlikte bir söylenti yayıldı: Boxer'a bir şey olmuştu.
Yel değirmeni için tek başına bir araba taş taşımaya kalkışmıştı. Söylenti hiç kuşkusuz doğruydu. Az sonra, iki güvercin yarışırcasına haberi yetiştirdi: "Boxer
yere yıkılmış! Kalkamıyor!"
Çiftlikteki hayvanların neredeyse yarısı, yel değirmeninin bulunduğu küçük
tepeye koştu. Boxer orada, arabanın okları arasında, boynunu uzatmış yatıyor,
başını bile kaldıramıyordu. Gözleri cam gibi olmuş, gövdesi tepeden tırnağa tere
batmıştı. Ağzından ince bir kan sızıyordu. Clover, yanı başına diz çöktü.
"Boxer!" diye bağırdı. "Ne oldu sana?"
Boxer, duyulur duyulmaz bir sesle, "Ciğerlerim dayanmadı," dedi. "Dert
değil. Yel değirmenini bensiz de bitirebilirsiniz. Epeyce taş toplandı. Hem bir
ayım kalmıştı. Doğrusu, emekliliğimi dört gözle bekliyordum. Benjamin de
yaşlandı artık; belki de onu da emekliye ayırırlar da bana arkadaşlık eder."
Clover, "Hemen yardım istemeliyiz," dedi. "Koşun, Squealer'a haber verin."
Hayvanlar, olup biteni Squealer'a anlatmak üzere hep birlikte çiftlik evine
koştular. Yalnızca Clover'la Benjamin kalmıştı; Benjamin, Boxer'ın yanına
uzanmış, uzun kuyruğuyla sinekleri kovuyordu. On beş dakika kadar sonra,
Squealer belirdi; üzgün ve kaygılı görünüyordu. Napoléon Yoldaş'ın, çiftliğin en
sadık işçilerinden birinin başına geleni çok büyük bir üzüntüyle öğrendiğini,
Boxer'ın tedavi için Willingdon'daki hastaneye gönderilmesini sağlamaya
çalıştığını söyledi. Hayvanlar biraz tedirgin oldular. O güne kadar Mollie ve
Snowball dışında hiçbir hayvan çiftlikten ayrılmamıştı; hasta yoldaşlarının
insanların eline bırakılacak olmasından hiç hoşlanmamışlardı. Ama Squealer,
onları kolayca yatıştırmakta gecikmedi: Willingdon'daki baytar, Boxer'ı çok daha
iyi tedavi edebilirdi. Yarım saat kadar sonra Boxer biraz toparlanıp güçlükle
ayağa kalktı; topallayarak ahırına gidip Clover'la Benjamin'in hazırladıkları
saman döşeğe uzandı.
Boxer, iki gün ahırında kaldı. Domuzlar, banyodaki ilaç dolabında buldukları
büyük bir ilaç şişesi göndermişlerdi. Clover, şişenin içindeki pembe ilacı Boxer'a
günde iki kez yemeklerden sonra içiriyordu. Akşamları Boxer'ın ahırında kalıp
onunla konuşuyor, Benjamin de sinekleri kovuyordu. Boxer, başına gelenlere
üzülmediğini söylüyordu. Bir iyileşirse, en azından üç yıl daha yaşayabilir,
büyük otlağın bir köşesinde huzurlu günler geçirebilirdi. Belki de hayatında ilk
kez okumaya, bir şeyler öğrenmeye vakit ayırabilecekti. Son yıllarını alfabenin
tümünü öğrenmeye ayırmayı düşünüyordu.
Ne var ki Benjamin'le Clover, Boxer'la ancak iş saatlerinden sonra
ilgilenebiliyorlardı. Üstü kapalı bir yük arabası Boxer'ı götürmeye geldiğinde,
öğle saatleriydi. Bir domuzun gözetiminde, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını
ayıklamakta olan hayvanlar, Benjamin'in çiftlik binalarının oradan avazı çıktığı
kadar anırarak dörtnala geldiğini görünce çok şaşırdılar. Benjamin'i hayatlarında
ilk kez telaşlı görüyorlardı; aslına bakılırsa, o güne değin dörtnala koştuğunu da
gören olmamıştı. "Çabuk! Çabuk!" diye bağırdı Benjamin. "Hemen gelin!
Boxer'ı götürüyorlar!" Hayvanlar, domuza aldırış etmeden, işi bırakıp çiftlik
binalarının oraya koştular. Gerçekten de, avluda, iki atlı, üstü kapalı büyük bir
yük arabası duruyordu. Yan tarafında bir yazı bulunan arabanın sürücü yerinde,
melon şapkalı, şeytan bakışlı bir adam oturuyordu. Boxer'ın ahırı boştu.
Hayvanlar, arabanın çevresini almış, hep birlikte, "Güle güle, Boxer!" diye
bağırıyorlardı. "Yolun açık olsun!"
Benjamin ise, hayvanların çevresinde hoplayıp zıplıyor, küçük ayaklarını
yere vurarak, "Salaklar! Salaklar!" diye bağırıyordu. "Kör müsünüz? Arabanın
üstünde ne yazıyor, görmüyor musunuz?"
Benjamin'i duyan hayvanlar durakladılar; ortalığı bir suskunluk kapladı.
Muriel, yazıyı sökmeye çalışıyordu. Benjamin, onu kenara itti ve ölüm
sessizliğinin ortasında yazıyı okudu:
"Alfred Simmonds, At Kasabı ve Tutkal İmalatçısı, Willingdon. Hayvan
Derisi ve Kemik Tozu Taciri. Köpek kulübesi temin edilir. Şimdi anladınız mı?
Boxer'ı at kasabına götürüyorlar, köpek maması yapacaklar!"
Hayvanlar, dehşet içinde bağrıştı. Tam o sırada, sürücü yerinde oturan adam
atları kamçıladı, tırısa kalkan atların çektiği araba avludan çıktı. Tüm hayvanlar,
yeri göğü çınlatarak arabanın ardına düştüler. Clover var gücüyle en önden
gidiyordu. Araba hızlanmaya başladı. Clover, güçlü bacaklarıyla dörtnala
kalkmaya çalıştıysa da, ancak eşkine erişebildi. "Boxer!" diye bağırıyordu.
"Boxer! Boxer! Boxer!"Tam o sırada, dışarıda kopan gürültüyü duymuşçasına,
arabanın arkasındaki küçük pencerede Boxer'ın yüzü belirdi.
Clover, "Boxer!" diye haykırdı yürekleri dağlayan bir sesle. "Boxer! Çık
oradan! Çabuk çık! Boğazlamaya götürüyorlar seni!"
Hayvanlar da, "Çık oradan Boxer! At kendini dışarı!" diye bağırıyorlardı.
Ama araba iyiden iyiye hızlanmış, arayı gittikçe açıyordu. Boxer'ın, Clover'ın ne dediğini anlayıp anlamadığı da belli değildi. Ama çok geçmeden yüzü camdan
kayboldu ve arabanın içinden korkunç tepinmeler duyuldu. Çifteler atarak kapıyı
açmaya çalışıyordu. Eskiden olsa, arabanın kapısını birkaç çiftede paramparça
ederdi. Ama ne gezer! O eski gücünün yerinde yeller esiyordu. Biraz sonra,
tepinmeler yavaş yavaş hafifledi ve sonunda tümden kesildi. Umarsızlığa kapılan
hayvanlar, bu kez, arabayı çekmekte olan atlara seslendiler: "Yoldaşlar!
Yoldaşlar! Kardeşinizi ölüme götürmeyin!" Ama olup biteni kavrayamayan aptal
beygirler, kulaklarını arkaya yatırıp biraz daha hızlandılar. Boxer'ın yüzü bir
daha camda belirmedi. İçlerinden biri, önden koşup çiftliğin kapısını kapatmayı
düşündü, ama artık çok geçti; araba kapıdan çıkarak yola daldı ve hızla gözden
kayboldu. Boxer'ı bir daha hiç görmediler.
Üç gün sonra Boxer'ın, gösterilen her türlü özene karşın Willingdon'daki
hastanede öldüğü haberi geldi. Haberi açıklayan Squealer, son anlarında Boxer'ın
yanında bulunduğunu söylüyordu.
Squealer, ön ayağını kaldırıp gözyaşlarını silerek, "Böylesine dokunaklı bir
sahne görmemiştim!" dedi. "Son ana kadar başucundaydım. Konuşacak gücü
kalmamıştı. Son nefesinde, kulağıma, tek üzüntüsünün yel değirmeninin bittiğini
görememek olduğunu fısıldadı. 'İleri, yoldaşlar!' dedi güçlükle. 'Ayaklanma
adına ileri! Yaşasın Hayvan Çiftliği! Yaşasın Napoléon Yoldaş! Napoléon her
zaman haklıdır!' Son sözleri bunlar oldu, yoldaşlar."
Derken, Squealer'ın tavrı ansızın değişiverdi. Bir an durdu, ufacık gözleriyle
çevresine kuşkulu bakışlar fırlattıktan sonra başladı anlatmaya.
Boxer götürüldükten sonra çiftlikte saçma ve aşağılık bir söylenti yayıldığını
duymuştu. Söylentiye bakılırsa, bazı hayvanlar Boxer'ı götüren arabanın
üzerinde "At Kasabı" yazdığını görmüşler ve hemen Boxer'ın kesilmeye
gönderildiği sonucuna varmışlardı. Bir hayvanın bu kadar salak olması inanılır
gibi değildi. Ter ter tepiniyor, öfkeyle bağırıyordu. Sevgili Önderleri Napoléon
Yoldaş'ı hiç mi tanımıyorlardı? Napoléon Yoldaş, hiç böyle bir şeye göz yumar
mıydı? Oysa işin aslı çok basitti. Eskiden bir at kasabının kullandığı araba, kısa
bir süre önce baytar tarafından satın alınmış ama baytar arabanın üstündeki
yazıyı silmeye vakit bulamamıştı. Sorun buradan kaynaklanıyordu.
Hayvanlar, işin aslını öğrenince, yüreklerindeki sıkıntıyı biraz olsun
atmışlardı. Hele Squealer, Boxer'a ölüm döşeğinde ne kadar büyük özen
gösterildiğini, Napoléon'un o pahalı ilaçları en küçük bir duraksama göstermeden hemen aldırttığını ayrıntılarıyla anlatınca, kafalarındaki son
kuşkular da dağıldı; Boxer'ın hiç değilse mutlu öldüğü düşüncesi, yoldaşlarının
ölümüyle içlerine çöken acıyı dindirdi.
Ertesi pazar, sabahleyin düzenlenen toplantıya Napoléon da katıldı ve
Boxer'ı göklere çıkaran kısa bir söylev çekti. Acısını yüreklerinde duydukları
yoldaşlarının cenazesini gömülmek üzere çiftliğe getirtmek mümkün olmamıştı.
Ama Boxer'ın cenazesine, çiftlik evinin bahçesindeki defne dallarından
yaptırttığı kocaman bir çelenk göndermişti. Domuzlar, birkaç güne kadar Boxer
için bir anma şöleni düzenleyeceklerdi. Napoléon, söylevini, Boxer'ın en sevdiği
iki özdeyişle bitirdi: "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon Yoldaş her zaman
haklıdır". Bu özdeyişleri her hayvan kafasına iyice kazımalıydı.
Şölenin verileceği gün Willingdon'dan gelen bir bakkal arabası, çiftlik evine
kocaman bir sandık bıraktı. O gece büyük bir şamatayla şarkılar söylendiği
duyuldu, ardından tepişme ve boğuşma sesleri geldi, en sonunda on bire doğru
bir şangırtı koptu. Ertesi gün öğleye kadar, çiftlik evinde kalanların hiçbirinden
ses çıkmadı. Çiftlikte bir söylenti dolaşıyordu: Domuzlar, parayı nereden
bulmuşlarsa bulmuşlar, bir kasa viski daha almışlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HAYVAN ÇİFTLİĞİ
Tiểu thuyết Lịch sửİngiliz yazar George Orwell, ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş bir diğer çok ünlü eseridir. 1940'lardaki "reel sosyalizm"in eleştirisi olan bu roman, dünya edeb...