"Oğlum, Jungkook. Amma edebiyat sıkıyorsun. Konu romantizm olduğunda seni susturmak elde değil."
Tavanımla bakışmalarımda, üzerindeki titrek yıldızların bana neon mürekkeple parlaması, aldığım tek karşılıktı. Tam da bu yüzden dışarıya çıkmak yerine saatlerce burada duruyor, kendi kendime konuşuyordum. Eğer bir yerde, birkaç saatin sonunda düşüncelerimde kaybolmaya başlarsam düşünmeyi bırakmıyor, yalnızca takip edebilmek için sesli konuşuyordum. Şu an da, böyle zamanlardan birindeydim.
Tanıtım fuarımızın bitmesi üzerine akademisyenlere ve bizlere verilen zorunlu 4 günlük tatil vardı. Bunun sonrasında diğer döneme kadar, yani tüm yaz boyunca isteyenler yaz okuluna kalıyor, isteyenler tatiline gidiyordu.
Ben ne yapacaktım, Tanrı bilir. Haraketlerimi en çok kestiremeyen kişi bendim. Çevremdekiler belki beni tanımıyordu ama biraz da olsa biliyorlardı beni. Ben ise senelerdir ne kendimle olan kavgama son verebilmiştim ne de kendimi az da olsa anlayabilmiştim.
"Tüm bunlara rağmen oturmuş, anlaşılmadığıma ağıt yakıyorum. Hem edebiyatçı hem mızmızım, yeryüzü bundan kötü karışımı nerede görmüştür?"
Çevremde insanlar oturuyor, konuşuyor, şarkı söylüyor, dans ediyor, ağlıyor, öfkeleniyor ve nadiren mutlu oluyor, çokça kahkaha atıyorlardı. Bunları anlamak için çok çaba harcamıştım zamanında. Hatta bir ara, ergenliğe yeni girdiğim zamanlarda durumumun farkına varmıştım. Bir şeyler yanlıştı. Neyin yanlış neyin doğru olduğunu bilmiyordum, o zamanlar da şimdiki kadar felsefeyle kafayı bulmuştum ama anlayabiliyordum ki, benim iç dünyam ile o sorular sorduğum dünya farklıydı.
Ben zerre bir şey bulamıyordum bu dünyada. Arkadaşlarım vardı, Yoongi ve Jimin ile beraber felaket eğleniyorduk. Bazen ipe sapa gelmez işler yapıyor, serseri serseri dolaşıyorduk etrafta. Ama her şeyin ötesinde, olayları yaparkenki ben ile düşünen ben farklıydı. Gülüyordum, ama neye güldüğümü bilmiyordum. Ağlıyordum, ama ağladığım şeyin neden önemli olduğunu, ne diye ağlamam gerektiğini çözemiyordum.
Bu hissiyatı çoğunlukla kendi içimde saklamayı başarmış, depresifliğimin arkasına atmışken bir yerde bu işe yaramamaya başlamıştı.
Dedim ya, asla benimle ilgilenen ebeveynlerim olmamıştı. Bana yalnızca zorunluluktan bakıyorlardı. Mutsuz değillerdi, beni istemiyor da değillerdi ama olmasam daha iyi olurdu. Sıradan, orta gelirli bir aileydik. Sözde beni destekliyorlardı, ama tek yaptıkları beni tek başıma bırakmaktı. Örneğin küçükken resim kursuna gitmek istemiştim, farklı bir şehirdeydi kurs ama çok istemiştim gitmeyi. Beni bir otobüse koyup yollamışlardı, sadece dokuz yaşındaydım. Kaybolduğumu ve ağladığımı hatırlıyorum.
Böyle pek çok anım olmuştu, küçük yaşta seçtiğim arkadaşlarım hariç kimseye güvenemeyeceğimi anlamıştım. Arkadaşlarımı da düzgün seçmezsem bana ailemden daha çok zarar verebileceklerini anlamıştım. Bunu anladığımda yanımda Yoongi ve Jimin'den başka kimseyi bırakmamıştım. Onlar bana iyi geliyorlardı, onlar yaralarımı sarıyor ve beni hastalıklı zihnimden uzaklaştırabiliyorlardı. Onlar, beni kendimden uzak tutabiliyorlardı. Bu yüzden sevmiştim onları. Yalnız kalırsam delireceğimi bildiğimden, açık bir kapı olarak görmüştüm onları.
Ama sonra, birkaç yaş daha aldıkça onlar da yeterli gelmemeye başladı. Hastalıklı zihnimle baş edemez oldum. Anlayamadığım her şeyin üstünü örtmeye ve yokmuş gibi davranmaya gücüm yetmemeye başladı. Ben de, bir çözümü olmalı bunun, dedim. Ergenliğin verdiği aptallık vardı o zamanlar üzerimde, her şeyin bir çözümü olabileceğine inanıyordum. Önce kütüphaneye gidip kendim araştırmak istedim. Sorunumun ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ve her zamanki gibi, cevapları kitaplarda aramaktı ilk yaptığım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
I Can't Feel | Taekook
Short Story+80*** *** ** **: Jeon, sıranda mektubunu unutmuşsun. Jungkook: Ne mektubundan bahsediyorsunuz? Ayrıca, kimsiniz? +80*** *** ** **: Ben profesör Kim Taehyung ve Bahsettiğim şey, yarım kalmış intihar mektubun.