unutulmuşlar tekrar açılır ansızınlarla.

42 1 0
                                    


yere savrulmuş kâğıt tomarları, üzerleri tozla kaplanmış kitaplar ve eskimiş duvar kağıdının sararmış yaprakları arasında bulunan yırtıklara sahip odanın çürümeye yüz tutmuş ahşap parkelerinde terk edilmiş enstrümanların ve yere savrulmuş kalemlerin tek bir sahibi vardı. o da castiel van leonel monroe'dan başkası değildi.

toz tutmasına göz yummuş odada, yerde tek başına elinin arasında tutmaktan neredeyse silik izlerin oluştuğu fotoğrafa bakıyordu. bu bakış, sadece bir inceleme değildi; gözlerinin ardında serpiştirilmiş acıların ve yaşanmışlıkların bir yansımasıydı. fotoğraf ne kadar silikleşmişse castiel da bir o kadar yok oluşun eşiğindeydi. fotoğraftan düşen pigmentler ayrışan noktacıklara dönüşürken castiel van leonel monroe da düşen bu kayboluşu bir yok edişe dönüştüren pigmentler kadar zamanı olduğunu düşünürdü: ya vardı, ya yoktu. aslında bu karmaşıklık kendi arasında oldukça basitti.

fakat castiel en çok yok olmayı diledi.

anlık olarak gözlerini yumduğunda 'o' kişiye ait tüm anılarını gözlerinin önünden geçirirken derin bir nefes aldı. fotoğrafı yüz üstü göğsüne, sol tarafına, yasladığında toz tutmuş zemine usulca uzandı. tüm vücudunu rahat bıraktığında göğüs kafesinin iç içe geçtiğini hissetmişti adeta. demek ki, diye geçirdi castiel içinden, demek ki ben uzun bir süredir böyleymişim. böyle darmadağınmışım, nasıl fark edemedim ki?

castiel van, tozlu zeminde elindeki fotoğrafa bakarken histerik bir gülümseme düştü dudaklarının arasından. düşünceleri ve yaptıkları arasında gidip geldi bir süre zihninde. gözlerini yavaşça yumdu, geçmişe dair tüm anılarını o tozlu zeminde uzanarak gözlerinin önüne getirmeye başladı.

castiel bir sıcaklık hissetti. sevgi dolu, aşk dolu bir sıcaklık. ensesinde hissettiği el saçlarına çıktığında titrek bir nefes verdi dışarıya. hayallerinde dahi onun dokunuşuna muhtaç olması bir imkansızı sunuyordu adeta.

castiel, sadece asla ulaşamayacağı şeylerin hayalini kurardı. onun dışında her şey hedefti onun için. ve o, gerçekliklerin adamıydı. yarım kalan her hikâye imkansıza yakıştırmaktan hiç çekinmezdi. ulaşamıyorsa: imkansızdı.

''castiel,'' diye fısıldadı sıcaklığını hissettiği beden. sesi bir müzik kutusundan çıkan ninni edasındaydı; belki de bir siren'in şarkısıydı. o kadar mistikti ki castiel'ın bu sese karşı vücudunu uyuşturduğunu hissetmişti. fısıltısı castiel'ı onun varlığına alıştırmasından hemen sonra elini kahverengi saçlarından yüzüne kaydırdı. öpmeye doyamadığı yüzü nazikçe okşuyordu. muhtemelen yüzleri birbirine bakıyordu lakin castiel van gözlerini açmayı reddediyordu. açarsa hayallerinin, sanrısını da biteceğini biliyordu.

bu hayal aleminden, 'o' olduğu sürece ayrılmak hiç ama hiç istemiyordu. yine de gözlerini yavaşça araladı. kirpikleri  o an ağırlıktan sıyrılıp hasret duyduğu çehreyi inceledi. 

castiel uzun zaman sonra gülümsemişti. titreyen elinin tersini beyaz tenlinin yanağına yasladığında gülümsemesi gittikçe yüzünde yayıldı.

''buradasın.'' diye fısıldadı castiel. gözleri dolmaya başlamıştı. varlığı o kadar gerçekti ki, castiel hayal aleminden oldukça korkmuştu. aşık olduğu boyalı sarı saçlarının saç teline kadar detaylı görüyordu onu. kendini oldukça kaptırmıştı.

''artık buradayım, hiçbir yere gitmiyorum.'' aşık olduğu adam ona yalan söylüyordu.  gerçek değildi, bunu çok iyi biliyordu. castiel dolmuş gözlerini kaçırıp başını iki yana salladı, burada da kabullenemiyordu.

''hayır, inanmıyorum...'' dokunuşlarında huzuru bulduğu kişi yaşlı gözlerini elinin tersiyle silerek ellerini usulca yüzünün iki yanına yerleştirdi. castiel'ın kahverengi perçemlerini serçe parmağıyla ayırıp alnına nazik bir buse kondurmaktan çekinmemişti.

''artık uyanmalısın castiel van.'' castiel, uzun ismini ondan uzun süredir duymamıştı ve bu uzun ismi duyduysa bir şeyler için harekete geçmesi gerektiğine işaretti. gerçekliğe dönmesi gerekiyordu.

öyle de oldu.

castiel gözlerini kapı zilinin çalmasıyla yavaşça araladı. yine buhranıyla baş başaydı, kabullenemediği hayata geri dönmüştü. belki birkaç saat, belki de birkaç dakika 'onunla' olabilmişti sadece. gerçekliğe döndüğündeki yıkım kalbine oldukça ağır gelmiş olacak ki bu sızıya karşı gözleri dolmuştu.

tozlu zeminden dirseklerinin üzerinden doğrularak ayağa kalktı. arkasında ormanlığa bıraktığı yerde bulunan mekanda, tanrı dahi burayı unutmuşken bu kapı zilinin çalmasının sebebi neydi? eskiden oldukça canlı bir aileye ev sahipliği yapan bu malikane şimdi sadece anıların hayaleti olup çıkmıştı. tozlu anılar da haliyle kaçınılmaz olmuştu.

castiel yalpalayan adımlarla merdivenlerden aşağı inerken elinin arasında duran fotoğrafı cebine özenle yerleştirdi. dışarıya açılan beyaz büyük ahşap kapıya adımlarını sonlandırdığında derin bir nefes alıp kapıyı yavaşça araladı. kapıdaki bir paparazzi ise ona yumruk geçirmekten çekinmeyecekti veyahut onu rahatsız etmeye cüret eden herhangi birisine yumruk geçirmekten çekinmeyecekti. sahne ışıklarının onun önünde taptığı hayatın 'alıcı' gerçeği de buydu. gölgeleri özlemeye başlıyordunuz.

karanlık birikmiş evin içine aralanan kapıyla giren aydınlık korkusuzca her yeri uçsuz bucaksız  ele geçiriyordu. buna castiel van leonel monroe'nun kalbi de dahildi. asırlardır zifire hapsolmuş kalbini bir aralanan kapı hüzmesinin kurtaracağını nereden bilebilirdi ki?

kapıda karşında dikilen kişi, onu görmek için hayallere ve rüyalara kendini bıraktığı ilk ve son aşkı olan vulcán dragic'ten başkası değildi. hayallerindeki sarı saçları yerine kısa siyah saçları yerini almıştı. bu bir hayal olmadığını da burada kanıtlıyordu. zira vulcán, zorunlu kalmadıkça kısa saç kullanmazdı. bunu çok iyi hatırlıyordu.

castiel, içinde hissettiği karmaşıklığı çözümleyemezken ikisi de bu anı beklemiyormuşçasına birbirlerine tek kelime etmeden gözlerinin içine bakakalmıştı: ikisi de birbirinin çöküşüne çıplak gözlerle şahit olmuşlardı.

unutulmuşlar tekrar açılmıştı ansızınlarla. kayıp olan beş sene, kalplerine ortak olan bu mekanda mı gün yüzüne çıkmaya karar vermişti?

şeftali ağacıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin