Yıldıza basalım; yorum yapalım ki bu kız sevinsin :") Fişek bir bölüm keyifli okumalar<3
-
Pazar; 16.43
"Biraz karmaşık aslında," bacaklarımı kendime çekip kollarımı etrafına sararken gözlerim soğuk mezar taşının üzerindeydi. Düşüncelerim, sanki saygıda kusur etmemek adına gık demiyorlardı ve ben bu sessizliği seviyordum. Aklımı başımda tutan bu sessizliğe çok ihtiyacım vardı. Burnumu çekip kayan beremi biraz geriye iteledim. "Yani onu sevmemem gerek ama öyle değil mi? Biliyorum. Deniyorum. Elimden geldiğince uzak duracağım artık. Bilerek kalbimi kırmayacağım."
İnsanlar bazen, bazı kelimelerin karşılığı olabilirdi ve Devrim benim için Uzak Dur levhasıydı. Parlıyor, gözüme sokmak ister gibi yaklaştıkça büyüyordu ancak aptal bir sinek gibi o ışığın beni kör edeceğini bilmeme rağmen ona uçmaya devam ediyordum. Derin bir iç çekip avucumu nemli toprağa yasladım.
"Sence de biraz erken ayrılmadın mı aramızdan?" dudak büktüm. "Yani inan ağlamak istemiyorum ama kendimi o kadar sıkışmış hissediyorum ki. Sevginin nasıl illet bir şey olduğunu bilmesem bu duyguya ölüyormuşum derdim. Hasta olmak gibi aynı. Ama ölümcül olandan."
Yanaklarımı ıslatan yaşlarımı sildirdim elimle. Ancak biri daha yolu bitirmeden bir başkası ona katılıyordu istekle. Derince iç geçirip mezarlığın yanına uzandım üzerimin başımın toz toprak olmasını umursamadan. İnsanlar mezarlardan neden korkardı? Çünkü içlerinde sevdikleri yoktu.
"Hatırlıyor musun bir keresinde, eve çok sinirli gelmiştim. Kavga ettiğim içindi, yani sana öyle söylemiştim ama işin aslı çok başkaydı. Beni anlamış mıydın o gün?"
Hıçkırığımı yutup kendimi kontrol etmeye çalıştım. Çok zordu artık. Gücüm buna yetmeyecek gibiydi. Kalbim sanki kaldıramayacak gibiydi, kendisini ayakta tutan her bir kolon iğrenç bir gürültü ile devrilecek gibiydi.
"Bana şey demiştin, eğer seni çok acıtıyorsa, hâlâ yanacak kadar yaşıyorsun demektir. Eğer bu kadar acıtıyorsa daha hâlâ yürüyebilirsin demektir. Kırıkların da olsa, batsan bile. Ama ben neden artık yanamayacak kadar kül olmuş hissediyorum?"
Kolumu gözlerime kapattım ve daha fazla dayanamadım. Zaten bir tek burada yaşayabiliyordum üzüntümü ben. Bir tek burada sağlayabiliyordum dengemi. Yoruluyorsam burada dinlenebiliyordum, düşüyorsam burada çakılabiliyordum. Üstelik babam beni yargılamıyordu da. Sadece dinliyordu. Tek ihtiyacım olan şeydi oysa ki.
"Ben sevginin ne kadar çirkin bir şey olduğunu anneme bakarak anladım," diye soludum. Artık ciğerlerim tıkanıyordu ağlarken. Dert doluyordu içime. Nefesimi tutuyordum bir ihtimal ölür de içimin hayaletini huzura kavuşturur diye ancak hayır, mümkünatı yoktu. "Seni seviyor, seni o kadar seviyor ki benden nefret ediyor. Seni o kadar seviyor ki beni görmek onu delirtiyor. Oysa benim bir anneye ihtiyacım yok mu? Benim kimsem kalmadı baba. Ben anneme kimse oluyorum belki ama ben peki? Ben ne olacağım? Daha düşmek için erken değil miydi?"
Üzerime yağan gökyüzünü umursamadan o kadar çok ağladım ki boğazım sancıyordu artık.
"Neden izin vermiyorsun öleyim!" diye bağırdım boş mezarlığa. Bir tek bendim. Bir yaşayan bendim sözde; bunca acıyla nasıl yaşıyordu ki insan? Yaşıyordum. "Öleyim ne olursun! Bırak öleyim ne olursun! Dayanamıyorum!"
Bir insan ölmeyi bu denli arzulayacak kadar boğuluyorsa eğer, yaşayacak daha çok acısı vardı diye düşünüyordum hep. Sanki ben cam bir fanusun içindeydim ve beni inciten her şey etrafımda beni izliyordu. Çok tuhaf bir şeymişim gibi kandan gözlerini dikiyorlardı üzerime. Boğazımdan kopan acı dolu haykırışla birlikte ciğerim sökülür gibi sancıdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Latibule [bxb]
RomanceGözler kalbe ışık tutuyordu, ya da kalp miydi gözleri parlatan? Onun gözlerini ne parlatıyordu? O yeşilleri, öylesine sarmaşık hale ne getiriyordu? Beni orada ne tutuyordu?