22#

1.2K 176 81
                                    

changbin’

ellerim terliyordu. yemin ederim ki ellerim terliyordu, oluk oluk su akıyordu sanki ellerimden. montuma sildim tekrar ellerimi.

sanki, gideceğim kişi sevgilim değilmiş, on üç yıldır tanıdığım o sarışın çocuk değilmiş gibiydim.

ya bana anlatmazsa?

bu kurcalıyordu aklımı. ya ona o güveni veremezsem sorusu kurcalıyordu aklımı.

o anlatana dek, ona dokunmayacaktım bile. ceza mahiyetinde değildi, ona dokunmak için yanıp tutuşurdum. sadece, onu dokunuşlarla etkileyip anlatmasını sağlamak istemiyordum. güven istiyordum, sadece güven.

on üç yılımızın hatırı sayılır yıllar olduğunu biliyordum, biz, birbirimize güvenmeyen bir çift veya arkadaş değildik. birbirimizin hangi durumda olursak olalım en yakınıydık ve güvenli bölgemiz birbirimizdik.

dört yıl bende değişmediği gibi onda da değişmediyse tabii ki.

siyah, kaba botlarımı giyerken anneme “felix’in doğum gününe gidiyorum!” demiştim. annemin kaşları anlamadığım bir sebepten çatılmış ama sonra bir şey demeden kaşlarını kaldırıp, kollarını birbirine bağlayıp salona geri dönmüştü.

felix’i severdi. muhtemelen tepkisi başka bir şeye idi. üstelemedim ve kapıyı açıp çıktım.

“gergin değilim, olmamalıyım.” kendi kendime yaptığım uyarıdan sonra, ellerimi ceplerime koyup asker adımları ata ata yürüdüm. hafif tebessüm de ediyordum, ona bugün tekrar kavuşacağımı biliyordum.

elim cebimdeki sigara paketine gittiğinde kaşlarımı çattım. bu montu giymeyeli baya oluyordu ve ben içmeyeli de haftalar. sigara paketini cebimden dışarı çıkardım, elimde biraz çevirdim, sanki ilk kez gördüğüm bir şeymiş gibi inceledim. sonra yanımda duran çöp kutusuna atıp, yoluma devam ettim.

sözlerimi tutardım.

telafi sözlerimi de tutardım.

bir süre daha yürüdükten sonra bay lee’nin kapısındaydım. bahçe kapısı ile biraz bakıştım, sonra onu iteledim. “sonum olma.” dedim bahçe kapısına, o da sanki bana “tamamdır!” dedi.

tabii ki de demedi, zihnim cansız varlıklar ile eğlenmeyi seviyor.

kapı hafif aralıktı, zaten içeriden müzik sesi duyuyordum. kapıyı çalsam da duyulmazdı burada.

bir süre aralık kapıdan içeri baktım, kimseyi göremediğimde salonda olduklarını anladım ve iç çekip kapıyı iteledim. sonra arkamdan kapıyı tamamen kapadım, daha da birilerinin geleceğini düşünmüyordum.

yani, chan hyung öyle söylemişti.

salondan süzülen ışığı görünce gülümseyip, ellerim ceplerimde salona ilerledim. salonun kapısının önünde durup, felix ile uğraşan grubu izledim biraz.

felix başındaki kırmızı kovboy şapkası ile üzgün üzgün önündeki ışığı döndürüyorken, jeongin şapkasını çalarmış gibi yapıp, bir tepki vermediğini farkedince geri yerine koyuyordu. gördüğüm en mutsuz doğum günü çocuğu olmuştu sevgilim anlayacağınız.

sonra jisu’nun hyunjin’i ısırmaya çalışmasını farketmiştim, hyunjin de ısırılırken beni görmüş “a, merhaba changbin.” demişti. felix’in ışıktaki bakışları çekilmeden, “komik değil, gülmüyorum ben.” dedi.

“espri yapsaydı gülerdin.” dedim ben de, felix ışıktan bakışlarını çekmiş, gözlerini benimkilerinin üstüne kitlemişti. gözlerim onun üzgün gözlerinin üstünde gezerken, dağılmış sarı saçlarına baktım, sonra çillerine baktım.

antiguoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin