000 | me and my chest

101 11 4
                                    

[prologue] ben ve sandığım

başka insanlara garip gelmese de bana hâlâ garip geliyor, bilmiyorum.
hâlâ seni ilk gördüğüm anı unutamıyorum.

salona girişimi hatırlıyorum. üzerimde yeni bir takım elbise var, göğsüme zümrüt gibi yeşil taşlardan oluşan bir nilüfer broşu tutturulmuş, ev sahibi olduğum anlaşılsın diye.

biraz geç kalmıştım aslında, yeni okulum için hazırlık yapıp haritalardan bazı yolları ezberlemekle meşguldüm. yine de ailem kızmamıştı bana, oğullarını diğer insanlara "biraz meşgul bir çocuk, hesaplamayı ve çalışmayı seviyor." diye tanıtmak onları mutlu edecekti.

yanlış anlaşılmasın, annemi ve babamı seviyorum. sadece iyi görünme çabaları bazen dayanma sınırımı zorluyor.

şimdiye kadar hiç bu sınırı o kadar zorlayan bir ortama girmediğimi kabul etmeliyim yine de.
ben bile geleli iki gün olan ve kendi odam, annemgilin odası, mutfak dışında hiçbir yeri bilmediğim bu koca evde birkaç kişi dışında kimseyi tanımadığım bir kalabalıkla beraberdim. ailem beni ismini aklımda tutmamın imkansız olacağı birçok kişiyle tanıştırıyor ve gereksiz fazla olan iltifatlara gülümseyip teşekkür etmemi bekliyordu, sonra da önceden ezberlediğim cevapları tekrar edecektim:
nerede okuyorum? seul hangsan kolejine bu sene başlayacağım.
kaçıncı sınıftayım? 3. sınıfım. evet, 17 yaşında oluyorum.
büyüyünce ne mi olmak istiyorum? daha kara vermedim, seçeneklerim arasında size zeki görünmek için koyulan doktorluk ve para kazanacağımı göstermek için işletme var.

her şey bu şekildeydi. gecenin mümkün olduğunca çabuk bitmesini istiyordum. aslında bitmese de olurdu, sadece ben yemek masaları arasında gezinirken beni kimse görmesindi yeter.

tabii ki bu hayallerim de gerçek olmuyordu. koyu mor makaronların böğürtlenli mi yoksa vişneli mi olduğunu yemeden tahmin etmeye çalışırken babamın mimar olan eski bir üniversite arkadaşının "sen kwan'ın oğlusun değil mi? ah, konuşurken senden o kadar çok bahsederdi ki!" diye konuşmaya başlayan bir adam önüme çıkmıştı. şimdi oradan kibar bir şekilde sıvışmak zorundaydım.

büyük salonun diğer tarafından gelen piyano sesi imdadıma o anda yetişmişti.

yavaşça oraya yaklaşıp elinde kadehleriyle seni izleyen birkaç kişinin arasına girdim ve kendimi mümkün olduğunca gizledim.

asıl amacım bu olmasa da seni dinlemeye çalıştım.

ama inan ki yapamadım.

sahtekar, yalancı, samimiyetsiz, kibirli insanlarla dolu bu yerde senden bin kat daha zenginini, mertebelisini ve tanınırını çok rahat bulabilirdim.
ama hiçbiri senin kadar zarif ve asil olamazdı.

bütün antika kokuşmuş salonu serinleten bir buz rüzgarı gibi vurmuştun tenime, ellerinin piyano üzerinde gezinirken beyaz teninin akışı ve yüzündeki ciddi ifade etrafa üstün bir aura yayıyordu. bütün cihana hakimiyetini ilan ediyordun sanki.

önce hataya yer vermeyen yüz çizgilerin çekmişti ilgimi, ardından piyanoyla olan konuşman okşadı kalbimi ve sonra da asaletine hayran kalırken buldum kendimi.

seni tanıdım bir süre sonra, ama bu tanışma hayalimdeki gibi olmamıştı.

hiç bu kadar masallara inanan biri olduğumu bilmezdim, yine de kimsenin gökten üç tane elma düştüğünde bunu reddedeceğini sanmıyordum.
inanılmaz piyano resitalinden yaklaşık yarım saat sonra bir sütunun yanında gördüm seni, elinde kırmızı bir içki kadehi tutuyor ve partide tanıdığım üç dört kişiden biri olan sunoo'yla konuşuyordun.
bu cesaret verdi bana zümrüt çiçeğimi düzeltip yanına doğru yol aldım.

ama ben yaklaştıkça gördüğüm minik detaylar kırdı kalbimi.

yüzük parmağında kırmızı bir çizgi vardı, daha olgunlaşmamış bir kızarıklık.

konuşmaya başladığımızda ise yavaş yavaş bütün ağaç başıma yıkıldı. bu kadar acı verdiğine göre 3 elmadan fazlası olsa gerekti.

yanında bulunan sunoo kuzenimdi. her yaz japonya'da ailesiyle beraber ziyaretimize gelen, 3 hafta kalan ve yıl içinde de birkaç kere telefonla konuştuğum sunoo. iyi biriydi, kibardı ve dünyadaki herkese yetecek kadar sevgi doluydu.

galiba en çok da sana ayırmıştı bu sevgiden, çünkü ağzından çıkan kelimeler ve yüzük parmağındaki seninkinin aynısından pembelik beni çürütmüştü.

"bu sunghoon, nişanlım." diye tanıtmıştı seni.

nişanlın, öyle mi? nişanlısınız, öyle mi?

derin bir nefes verip gülümsedim ve elimi sana doğru uzattım "nishimura riki, tanıştığıma memnun oldum. birbirinize çok yakışıyorsunuz, umarım kaderiniz daimi olur." diyerek tebrik ettim sizi.

sen de gülümsemiştin bütün dişlerinle ve sıkmıştın elimi, bütün damarlarım titredi.

"park sunghoon, teşekkür ederim."

ben, nishimura riki, japonya'da fakir bir köyde doğan ve annesini doğum sırasında kaybeden bir bebektim. babam tarafından uzun süre bakılamayıp yetimhaneye verildim. 3 yaşımda uzun süredir japonya'da çalışan ve burayı çok seven koreli bir çift tarafından evlat edinildim. 14 yılımı sevgi dolu bir ailede geçirdim, hiçbir zaman büyük bir acı yaşamadım.
ama şimdi tamamen yabancı bir yerdeyim ve ilk savaşımı sende kaybettim. sadece yarım saatlik abartılı duygularımı gönlüme yazdım, aynı senin parmağındaki çizgiye benzeyen kırmızı bir iple bağladım ve bir şişeye koydum.

şişem artık denizlerin dibinde, bir hazine sandığında saklı. onun anahtarı sadece senin elinde ama sen bunu bilmiyor ve o elle başkalarının elini tutuyorsun.

bazen uzaktan gözüm size takılıyor ve ona kenetli parmaklarını görüyorum, sanki hiç bırakmamak ister gibi sıkıyorsun.
istemeden düşünmeye başlıyorum, onun elini sıktıkça cam şişem sandığın içinde çatlıyor.

korkarım bir gün kırılacak ve bunu sadece ben ve sandığım bileceğiz.

medicine : hoonkiWhere stories live. Discover now