Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü.
Gecenin bu saatlerinde hep böyle olurdu...
İçine bir sıkıntı çöker ve onu boğmaya başlardı. Bazen tek çareyi ölümde arardı...
Her gece bu düşünceyle savaşırdı.
Kafasının bir köşesinde sürekli bu anın provasını yapardı...
Yüksek bir yerden atlamak, bir anda kendini mavi denizin karanlığına bırakmak ya da bileklerini kesmek...
Yüksek yerden atlamayı düşündüğünde yüzünü yalayan rüzgarı hissederdi. Denize atladığını düşlediğinde nefessiz kalışını ve suyun soğukluğuna karışan ölümün soğukluğunu hissederdi.
Bileğini kesmeyi düşündüğünde ise tenine değen bıçağın soğukluğunu ve bıçağın değdiği yerden akan kanın sıcaklığını, açılan yaranın sızısını hissederdi...
Kafası hep bunlarla meşguldü...
Sıkılmıştı... Bıkmıştı ama hala bir şekilde yaşıyordu...
Belki de ölümden korktuğu için yaşıyordu...
Yaşamak için bir umut ışığı arıyordu... Kafasındaki karanlık düşüncelerden kurtulmak için küçük bir umut ışığı...
Bazen Allah'a gözyaşı dökerek yalvarır... Bazen "O' (ALLAH) benden vazgeçti(!)" diyerek kendini isyanın en karanlık dehlizlerine atardı... Ve o karanlıkta boğulduğunu hissederdi.
Bazı geceler inançlı ve umutlu; bazı geceler inanç denen olgudan yoksun ve umutsuz... Karışık, değişik, kendisinin bile bazen anlamadığı depresif bir ruh haline bürünürdü...
İnsanların arasına karıştığında her şey değişir ve yüzünde en sahtesinden ama içten gülümsemesiyle neşeli hallere bürünürdü...
Bazen bu döngüde kırılırdı... Ve bütün günü susar ve aynı ruh haline bürünerek geçirirdi. Onun bu hallini gören birkaç kişi nesi olduğunu sorar o da "BİR ŞEYİM YOK..." diyerek geciktirirdi İnsanlarda fazla üstünde durmazdı...
Bu durum ne zamana böyle devam edecek ne zamana kadar bu ruh halinde hayatını idame ettirebilecekti... O da bilmiyordu...
Sanki içindeki karanlığı aydınlatacak onu karanlığın en koyu tonundan; aydınlığın en parlak noktasına çıkartacak olan Güneşinin doğmasını bekliyordu...
O güneşin bir gün doğup karanlık dünyasını aydınlığa kavuşturacağı günün umuduyla yatıp kalkıyordu...
Hayat ne zaman onun yüzüne gülecek, her gece tenini yalayıp geçen Ölümün Soğukluğunu hangi Güneşle ısıtacaktı...
Bekliyordu... Büyük bir sabırla bekliyordu... Ama bazen o karanlık çukur onu çağırıyordu sanki...O da herkes gibi Hayat Yolunda o Çukura gireceğini biliyordu ama bunun kendi eliyle olmasını istemiyordu... Bekliyordu büyük bir sabırla... -ama bazen sabır taşının çatlaması an meselesi olabiliyordu-
Ama içinden bir ses "O Güneşi bekle... UMUDUNU KAYBETME... Her fırtınadan sonra bir güneş doğar... SABRET... Sabrın sonu selamettir... SABRET..." Diyordu. "Sabret ve seni Ölümün Soğukluğundan alıp Ruhunu ısıtacak olan Güneşini bekle... O Güneş elbet bir gün doğacaktır..."
O da bu sese kulak vererek, bir gün bu günün geleceğini biliyordu... Hiç olmasa varsayıyordu.
Sonuçta başka tutunacak bir dallı yoktu... Bugüne kadar o dalla tutunarak yaşıyordu... Ne var ki o dalda her geçen gün çatırdıyordu.
O dallı tutan el ölüm kadar soğuktu, o dalsa güneş kadar sıcak...
Umudunu kaybettiği günler oluyordu. Ama yine de her şeye rağmen biri gelirde elinden tutup bu yollu çukura çıkan uçurumdan kurtarmasını bekliyordu... Ama zaman geçtikçe tutunduğu dalda çatırdıyordu... Ya o Güneş doğana kadar dal kırılırsa o zaman ne olacaktı...
Kafasının içinde sürekli o dallın kırılıp uçurumdan düşmesinin görüntüleri film şeridi gibi geçip gidiyordu... Ve her geçen gün sabrı tükeniyordu dayanamıyordu artık yorulmuştu...
Ya ebedi olarak uyuyacak ya da yaşamak için mücadele edecekti... Bütün bunlar olurken tükenen başka bir şey daha vardı: ZAMAN...
Bekleyiş ne kadar uzasa dal o kadar çatırdıyordu... O dal onun son umuduydu.
Benliği de ona düşman kesilmişti. Gün geçtikçe kendinden de nefret ediyordu...
Çoğu kez hayallere dalıp bir noktaya takılı kalırdı... Kafasının içinde bin bir düşünce bin bir sahne vardı...
Geçmişin pişmanlığıyla geleceğe doğru yürürken önündeki engelleri (yoldaki en büyük engel kendisiydi...) geçip; sarp yolları, yokuşları kan ter içinde bazen koşarak bazen de yürüyerek çoğu kez ise emekleyerek -dizlerinin kanaması pahasına- aşardı...
Yorulmuştu... Hayattın kısa olduğunu biliyordu... Ama Hayat denen olgunun yolu uzundu...
Ve o bu yolda rehbersizdi. O yüzden kaybolmuştu... Karanlığın içine hapis olmuş gibi hissediyordu...
Bu yol nasıl, ne zaman ve nerede son bulacaktı o da bilmiyordu... Tek yapabildiği meçhulle doğru yürümekti...
Bu konu hakkında bildiği tek şey bu yolda durmanın yasak olduğuydu... Zaten o dursa zaman durmazdı. Ne insanlar acırdı ona, ne hayat ne de zaman...
Bu yolda yüzlerce belki de binlerce insan tanımıştı... Bazısı ya yeni bir yara açmıştı ruhunda-bedeninin çeşitli yerlerinde de yaralar açanlar olmuştu... Kendisi bile... Bu yaraların hepsi geçmişin geleceğe bıraktığı bir miras; birer nişaneydi-, ya da yaralarındaki kanamaları geçici olarak durdurmaya çalışmıştı... Çoğu ise hiç oralı olmamıştı... Herkes kendi derdindeydi ne de olsa...
Ama hiç kimsenin aklına kanayan yaralarına "pansuman" yapmak gelmemişti... Biri çıkıp ta akıl eder miydi şimdilik bu büyük bir muammadan ibaretti...
O zamana kadar yaraları kanamaya devam edecekti... İçeriden... Kimse fark etmese de...
Ruhundaki yaralar kanadıkça ruhu kan gölünde boğulur gibi bedenine rahatsızlık veriyordu... Bunun yan etkileri ise: Depresyon, İntihar etme isteği, bıkkınlık, öfke nöbetleri (VS...) olarak beynine ve kalbine zarar veriyordu...
Yüreğinin derinliklerindekiyle ve kafasının içindekileriyle yaşamaya çalışmak her geçen gün daha da zorlaşıyordu...
Ara sıra kendini "Umut Denizine" gitmeye çalışırken "Hayat Buzdağına" çarparak "Kan Okyanusu'nda" batmış bir gemi gibi hissediyordu...
Kafasındaki bu düşüncelerle boğuşarak sabaha karşı; güneş ilk ışıklarını dünyanın bir kısmına yansıtırken anca uyuyabildi...
Bütün bunlar olurken hayat bir şekilde devam ediyordu... Hayat zamanın girdabında öyle yada böyle geçiyordu... O her ne kadar istemese de...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖLÜM ÇEMBERİ
RandomYazsam mı diye çok düşündüm. Aklımdan sürekli hikayeler uydurup durdum... Sanırım artık zamanı geldi. bu hikayeyi tamamlayabilecek miyim bilmiyorum. Ama bir yerden başlamak gerek diye düşündüm...