3. BÖLÜM: GÜVEN
Şule hanım, sınıf başkanından beni çağırmasını istemiş; sınıf başkanı ise beynime kramp girmesine sebep olacak o cümleyi duyduğum an beni çağırmıştı. Ben de o anı bekliyormuşum gibi hızla sınıftan ayrılmıştım. Bir yanım arkamı dönüp onu görmem gerektiğini söylerken diğer yanım cesaret edemiyordu. Kaçmayı tercih etmiştim ama sınıf öğretmenimiz beni, buna pişman etmişti.
Şule hanım, ellilerinin başında, oldukça şık bir kadındı. Siyah tayt ve yeşil oversize sweat giymiş, genç modasına kafa göz dalmıştı adeta. Okula girdiğim andan beri benimle ilgilenmiş, sürekli bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. Tam karşımda, bütün çekiciliği ile otururken, konuşmaya başladı.
“Açıkçası konuya nasıl girsem bilemiyorum.” Derin bir nefes alıp oturduğum sandalyeye iyice yerleştim.
“Sınıfta bahsettiğin konuyu öğrenmek isterim.” Hangi konudan bahsettiğini biliyordum ama bilmiyormuş gibi yapıp, “Hangi konu?” diyerek sordum. Sesim oldukça düz ve bir o kadar da soğuk çıkıyordu.
“’Birkaç arkadaşımla hesaplaşmam gereken konular var.’ Derken neyden bahsettiğini soruyorum.” Öldürücü bakışlarımı yaşlı kadının üzerine diktim.
“Neden soruyorsunuz?” yaşlı kadın, hemen teslim olmayacağımı anlamış olmalı ki pozisyonunu düzeltip, dikleşti.
“Ben senin öğretmeninim. Üzerinde ki o gerginliği hissettim. Bana anlat ki sana yardımcı olabileyim.”
Bana anlat ki sana yardımcı olabileyim.
Bir sorununuz olursa, gelin benimle konuşun. Ben hallederim.2015, yazarın anlatımı ile
Güven, bir kelimeden mi ibarettir? Hayır. Peki bir insanın güveninin kırılması? O insanın bir yaratığa dönüşmesinin sebebidir. Kimseye güvenmeyen insanlar, kendi sorunları ile başa çıkmaya çalışır ve delirirler. Bu hep böyledir ve değişmez. Eğer bir gün, bir insanın güvenini kırarsanız, ondan uzaklaşın. Hiçbir gün ise hiç kimsenin güvenini kırmayın. Çünkü güven, bütün mal varlığınızdan bile daha önemlidir. Güveniniz kırıldığı zaman anlayacaksınız belki de ancak çok geç olacak.
Küçük kız o gün güveninin kırılacağını ve bir daha asla, kimseye güvenmeyeceğinden habersizdi. Kanayan dizini umursamadan minik adımlarla sınıfından çıktı ve öğretmenler odasına ilerledi. Yaşadıklarını paylaşırsa kurtulacağını sandı ancak dünya da işler böyle yürümüyordu. Acınızı biriyle paylaştığınızda acınız hafiflemezdi; acınızı paylaştığınız kişiler, acınızı deşerdi.
Minik adımlar sonunda öğretmenler odasını bulmuş, küçük kızın umudu giderek artmıştı. Öğretmenler odasına girdiği sırada gözleri direkt olarak öğretmenini bulmuş, kısık sesle seslenmişti.
“Özge Öğretmenim!” Öğretmeni, küçük kızın halini görünce bütün işlerini bırakıp küçük kızın yanına yetişti.
“Neyin var canım?” küçük kız ne kadar korkarsa korksun, öğretmenine güveniyordu.
“Öğretmenim, siz demiştiniz ya, ‘Bir sorununuz olursa, gelin benimle konuşun. Ben hallederim.’” Sustu ve tırnaklarını kazımaya başladı. Utanıyordu, anlatmaya içi el vermiyordu. Nasıl anlatılabilirdi ki böyle bir konu? Küçücük bir kız çocuğunun gururu nasıl el verirdi?
“Evet.”
“Irmak ve arkadaşları, her gün beni dövüyor.” Yutkundu. “Dizime bakın, Kanıyor.”
“Acıyor mu?”
“Evet öğretmenim, acıyor. Her gün bir yerimi acıtıyorlar.”
Her gün incitiyorlardı minik kızı. Arkadaşı olmadığı için karşı çıkamıyordu ama öğretmeni destek çıkardı belki.
“Acısaydı ağlardın. Bence abartıyorsun.” Küçük kız duyduğu cümleye inanamamıştı.
“Ama öğretm,” öğretmeni, küçük kızın cümlesini bitirmesine bile izin vermeden sınıfına yollamıştı. Küçük kızın elinde sadece küçük bir umudu vardı ama artık onu da kaybetmişti. Boynu bükük bir şekilde tekrar sınıfına dönmüştü. Bu büyük bir cesaret gerektirirdi. Çünkü sınıfa girdiği an başına gelecekleri göze almıştı. Minik adımlarla tekrar sınıfa girdiğinde karşısına dizilmiş beşli kız grubu, küçük kızı beklediğini belli ediyorlardı.
Küçük kız umursamadan yerine geçmeye çalışsa da ayağına takılan çelme ile kendini yerde buldu. Dizindeki yara daha da açılmış, oluk oluk kan akıtmaya başlamıştı.
“Sen bizi öğretmene mi şikayet ettin?” diyerek sordu tepesinde dikilen, kumral kız. Korku küçük kızın bütün bedenini esir almıştı. Kendini kurtarmak istediği için birine güvenmiş, daha da kötü bir duruma düşmüştü.
“Şimdi görürsün sen!” tepesine dikilen kız , küçük kızın saçını tuttuğu gibi sürüklemeye başlamıştı ve kimse karşı çıkmıyordu.
“Irmak, bırak beni.” Saç köklerinden başına vuran ağrı, kulaklarını dolduran kahkahalar... Belki de gelişim çağındaki bir çocuğun hayatında ki en kötü andır. Çünkü bir çocuk, gelişim çağında ne yaşarsa; geliştiği zaman da öyle yaşardı.
Kafasındaki acının dindiğini hissettiği zaman anladı ki saçındaki el, uzaklaşmıştı. Sınıf arkadaşlarının az önce onu rahatsız etmemiş, dövmemiş, incitmemiş gibi birden bire uzaklaşıp dedikoduya daldıklarını görünce onuru kırılmıştı.
Yattığı yerden hızla kalkarak tuvaletin yolunu tuttu. Tuvalete yetiştiği an direkt kapıyı kilitleyip ağlamaya başladı, küçük kız. Tuvaletin ortasında diz çöküp saatlerce ağladı. Rahatladığını hissettiği an, oturduğu yerden ayağı kalktı ve göz yaşlarını silip, sınıfın yolunu tuttu.
Kapıyı hafifçe tıklatıp içeriye girdiğinde neredeyse otuz çift göz, küçük kıza odaklanmıştı. Küçük kız Özge öğretmeni sınıfta görünce, kırık bacağı ile zar zor yürüyüp yanına ulaştı ve konuştu,
“Öğretmenim, lütfen yardım edin. Bacağım çok acıyor.” Öğretmeni küçük kız ile hiç ilgilenmedi ve küçük kızda travma yaratacak o cümleyi kurdu:
“Senin kadar ispiyoncu bir çocuk görmedim, Bilgen. Arkadaşlarını ispiyonlamaktan başka bir şey yaptığın yok!” En yüksek sesini kullandı, “Bir daha yanıma böyle bir şey için gelme.” Küçük kızın kulakları tekrar kahkahalarla dolduğunda bu sefer sadece gözleri değil, yüreği de ağlamaya başladı.
“İspiyoncu!”
“İspiyoncu, Bilgen.”
“Ahahaahha!”
“Geri zekâlı!”
O gün duymadığı hakaret kalmamıştı, küçük kızın. Sonunda zil çalmış, çıkış vakti gelmişti. Eşyalarını umarsızca toplayıp, çantasını sırtına taktı ve evinin yolunu tuttu.
Küçük kıza kapıyı açan annesi oldu. Şaşkın gözlerle kızını inceleyen orta yaşlı kadın beklemeden sordu,
“Ne oldu? Bilgen, iyi misin?” küçük kız bir an düşündü. Acaba yardım istemeli miydi? Kısa bir sürenin ardından cevapladı,
“ Yere düştüm.” Yardım istemedi. Annesine olan biteni anlatabilirdi ancak anlatmamıştı. Çünkü öğretmenine anlattığı zaman başına gelenler; annesine anlatınca da gelir diye korktu. Annesi inanmamıştı,
“Emin misin? Bilgen bu yara yere düşünce olmaz.”
“İp atlıyorduk, ayağım takıldı, düştüm. Bir şey yok anne.” Küçük kız peş peşe yalanlar söyleyip, annesini başından salmıştı en sonunda. Hızla odasına koşup yatağına girdi. Kıyafetlerini değiştirmeye takati kalmamıştı. Gözlerini yumdu, ağlamamak için direndi. Kendini derin bir uykuya bıraktı ve o gün anladı ki dertlerinden kurtulmanın en basit yolu, uyumaktı.
GÜNÜMÜZ:
Duyduğum cümle, son derece yüksek sesle kahkaha atmama sebep oldu.
“Demek yardımcı olursunuz.” Diyerek yineledim. Karşımda oturan kadının kaşları çatılmış, verdiğim tepkiyi idrak etmeye çalışıyordu. “Öğretmenim olmanız neyi ifade ediyor?”
“Bilgencim, karşında öğretmenin var biraz daha saygılı olur musun?” sorduğu soruyu kulak arkasına atmıştım.
“Var sayalım ki size sorunumu anlattım. Ne yapacaksınız?” iki dirseğimi de iki dizime yerleştirip Şule hanıma iyice yakınlaştım. Tavrımdan tedirgin olduğunu belli edercesine yutkundu.
“Bir öğretmen olarak elimden geleni yapacağım. Bunu bilmen yeterli diye düşünüyorum.” Sinirden tüylerim diken diken olmuştu. Öğretmenlerin bilmiş tavırları bu hayatta zorba insanlardan sonra nefret ettiğim ilk şeydi.
“Şule Hanım,” dedim oldukça iğneleyici bir şekilde. “Bir öğrenciye, öğretmen gibi yaklaşmadan önce; öğrencinin, öğretmene ne gözle baktığını öğrenmenizi, tavsiye ederim.” Derin bir nefes verdim. Derin bir nefes verdi. Sanki sorusunu elde tutuyormuş gibi masaya yapıştırdı.
“Öğretmenler senin için neyi ifade eder ki?” daha fazla dayanamayacaktım. Burada oturmaya, bu sohbete devam etmeye, bu kadını dinlemeye...
“Üniversite mezunlarından başka bir şey ifade etmiyorlar. Bir daha da beni, bana yardımcı olmak için çağırmayın. Sizin Sherlock’culuk oynayamayacağınız kadar karmaşık bir hayata sahibim.” Hızla oturduğum sandalyeden kalktım ve Şule hanımın kuracağı cümleyi beklemeden kapıyı açtım. Kapıyı açtığımda gördüğüm manzara başımı döndürmüştü.
Karşımdaydı. O, benim karşımdaydı. Yıllar sonra, bütün bedeni ile karşımdaydı. Kumral saçları, kahvenin en açık tonuna sahip gözleri ve yalnızca bana karşı olan aşağılayıcı bakışı ile karşımdaydı. Irmak Günay şuan benim karşımdaydı ve yer yüzü ayağımın altından çekilmişti.
Dakikalardır bakışıyorduk ve başım dönmeye, kulaklarım cızırtı sesleri üretmeye başlamıştı. O dakikalar bana yıllar gibi gelmişti. Yaşattığı her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. Kalp atışlarım ritmini bozmuş, damarımdan akan kanlar kaynamaya başlamıştı. Daha fazla bu manzaraya karşı duramayacağımı anlayınca sert bir omuz atarak yanından öylece geçtim. Savrulduğunu göz ucuyla görmüştüm ama umurumda değildi. Koridorun sonuna ulaştığımda, beni görmeyeceğinden emin bir şekilde koşmaya başladım ve hızla tuvalete ulaştım.
Sertçe çarptığım tuvalet kapısını umursamadan, aynanın karşısına geçtim ve çeşmeden akan soğuk suyu yüzüme çarptım. Birkaç kez soğuk suyla serinlemeye çalışırken yavaş yavaş rahatladığımı hissediyordum ancak soluk alış verişimi düzene sokamıyordum. Aynadaki korkmuş kıza bakarak onu bugün, ikinci kez sakinleştirmeye çalıştım.
Sakin ol Bilgen. Sakin ol! Uzun bir süre karşılaşmak zorunda kalacaksın. Sakin ol!
İki avucumu, otomatik çeşmeden akan buz gibi suyla doldurup yüzüme çarptım. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye başladığım sırada tuvalete giren kızıl kız dikkatimi çekti. Kendisini aynadaki yansıma ile görebiliyordum. O da aynı şekilde aynadaki yansımamdan tam gözümün içine bakıyordu. Sakin adımlarla yanıma ulaştı. Yüzündeki ifadeden, endişelendiğini anlayabilmiştim.
“İyi misin, Bilgencim?” bu kızıl saçlı kızın sorusu ile duvara asılı olan peçetelikten iki peçete çekip aynı anda hem yüzümü kurutuyor hem de konuşuyordum.
“İyiyim.” Diyebildim. İyi değildim ama iyiydim işte...
“Emin misin? İyi görünmüyorsun.” Genç kız bir elini omuzuma atıp, bana destek çıkmaya çalıştığını göstermişti. Sınıfta İrmak’ı ararken, bu genç kızı da görmüştüm. Aynı sınıftaydık. Omuzuma koyduğu elini hafifçe ittim.
“İyiyim. Biraz başım ağrıyor o kadar.” Yüzünde ufak bir tebessüm peyda oldu.
“Anladım.” Dedi tek seferde. Kalçamı lavabo tezgahına dayayıp iki kolumu bağladığım sırada bir elini bana doğru uzattı,
“Sude, ben.” Gözlerim eline kaydığında ne yapacağımı bilememiştim. Buraya gelme amacım insanlarla kaynaşmak değildi. İntikamımı aldıktan sonra defolup gidecektim. Elini sıkarsam ister istemez bir samimiyetimiz oluşabilirdi ve ben kimseyle en ufak bir samimiyet bile kurmak istemiyordum. Bu yüzden de elini sıkmadım ve sadece konuştum. Gözlerimi elinden çekip direkt olarak gözlerini isabet aldım,
“Memnun oldum.” Dedim düz bir sesle. Yüzümde hiçbir mimik oluşmuyor, hiçbir kasım çalışmıyordu. Onunla tanışmak istemediğimi anlamış olmalıydı ki elini çok bekletmeden çekti. Ama yüzündeki tebessüm hâlâ duruyordu.
Mavi gözleri, kızıl saçları, pürüzsüz cildi, dolgun dudakları... Muazzam bir güzelliğe sahipti. Giyiminden anlaşıldığı üzere oldukça renkli bir kızdı. Lacivert üniforma eteğinin üzerine giydiği kırmızı sweat ile oldukça hoş bir görüntü elde etmişti. Onu reddetmiş olmak vicdanımı rahatsız etse de düşünmemeye çalıştım. Bunu yapmak zorundaydım. Yanımdan uzaklaşıp ilerideki çeşmede elini yıkamaya başladı.
“Dönemin ortasında neden okul değiştirdin? Yani, notlarını etkilemez mi?”
“Hayır.” dedim. “Notlarım zaten vasatın üstü.”
“Hmm. Anladım. Alışabildin mi okula?” sanki az önce onu reddetmemişim gibi hiç bozuntuya vermeden soru soruyordu. Ancak az önceki haline kıyasla biraz daha mesafeliydi.
“Yani. Pek sayılmaz.”
“Zamanla alışırsın, dert etme. Kendini kötü hissettiğin her an yanıma gelebilirsin. Kendini yalnız hissetme.” Yaklaşımı oldukça hoşuma gitmişti. Çok pozitif ve renkli bir karaktere sahip olduğunu yalnızca bir kaç cümlesinden anlayabilmiştim. Bense onun aksine daha karanlık ve negatif bir kızdım. Cümlesini bitirip tuvaletten çıkacakken onu durdurdum.
“Aslında,” dedim ani bir şekilde. “Öğrencilerin hem fotoğraf hem de isimlerinin yazdığı bir liste varsa, bana atabilir misin? Daha rahat kaynaşır, iletişim kurabilirim.” Genç kız otuz iki dişini göstererek sırıttı. “Tabii ki de.”
Sonunda ilk günümün sonuna gelmiştim. Beni oldukça zorlasa da uzun zaman sonra insan içine çıkmak kendimi iyi hissettirmişti. Eve girer girmez direkt odama yöneldim ve çantamı bir kenara, kendimi yatağıma fırlattım. Oldukça yorulmuştum. Yatağımın yumuşak dokusu bütün yorgunluğumu süpürüp çekmişti sanki. Kollarımı iki yana açıp yorgunluğumu dindirmeye çalışırken telefonumun titremesi engel olmuştu.
Bilinmeyen Numara:
*Fotoğraf*
Hızla bildirime tıklayıp WhatsApp’a girdim. Tanımadığım numaradan gelen fotoğrafa baktığımda tanımadığım numaranın Sude’ye ait olduğunu anlamam birkaç saniyemi almıştı. Fotoğrafa tıklayıp sınıfımda bulunan bütün öğrencilerin fotoğraflarını ve isimlerini görebiliyordum. Ufak bir tebessümün suratımda belirdiğini hissedebiliyordum. Bu tablo Irmak’a oynamamı kolaylaştıracaktı. Fotoğraftan çıkıp mesaj kutusuna geri girdiğim de isminin Sude olduğunu öğrendiğim kızın bir şeyler yazdığını gördüm. Kısa bir bekleyişin ardından yazdığı mesajı göndermişti.
Bilinmeyen Numara:
-Bütün öğrencilerin fotoğraf ve isimleri var. Başka bir şeye ihtiyacın olursa yaz, çekinme:)
Mesajındaki samimiyet ve iyi niyetin yanı sıra; mesajın sonuna koyduğu gülücük, gülümsememe sebep olmuştu. Sırt üstü yattığım yataktan yüz seksen derece dönüp karın üstü yattım ve yazmaya başladım.
Teşekkürler.
Hızla genç kızı ismiyle kaydedip profil fotoğrafına tıkladım. Güneşin vurduğu bir açıdan çektiği selfie muhteşem duruyordu. Güneşin ışığı ile parlayan saçları ve gözleri, inci gibi dişleriyle gülüşü ve gamzesi... Herkesin güzellik algısı farklı olabilir ama bu yüz sanırım benim güzellik algımdı.
Sude’yi incelemeyi bıraktıktan sonra telefonumu bir kenara bırakıp duş almak için banyoya yöneldim. Sıcak suyla yaptığım duş beni çok iyi hissettirmişti. Saçlarımı kurulayıp üzerimdeki ıslak bornozu çıkarttım ve giyinmeye başladım. Bugün ki planım kitap okuyup kahve içmek olduğu için elime ilk gelen pijama takımını üzerime geçirdim. Pijama takımım Micki Mouse karikatürleri ile kaplı pembe bir görüntüye sahipti. Bu kadar renkli şeyleri sevmesem de tatlı duruyordu. Normalde evde takıldığım için giymekte sakınca görmüyordum. Tamam benim tarzıma ters. Biliyorum ama oldukça da rahattı. Neden giymeyeyim ki?
Odamın bir köşesini, kitap okuma köşesi, yapmıştım. Bütün duvarımı kaplayan beyaz bir kitaplık ve kitaplığı tıka basa doldurmuş olan kitaplarım. Kenarda ise oldukça rahat bir sandalye ve önüne sandalye ile uyumlu olan bej rengi sehpa. O kadar huzurlu bir görüntüydü ki. Bu köşemi görmeniz için her şeyimi verebilirdim. Günlerdir okumak için sabırsızlandığım ancak bir türlü vakit bulamadığım romanı kitaplıkta alıp sehpaya bıraktım ve kahve yapmak için mutfağa yöneldim.
Mutfakta sarma saran annemi görünce sevecen bir şekilde selamladım. Yeni okulum da ilk günümün nasıl geçtiğini sorup nasihatler de bulunurken aynı zamanda sarma sarıyordu. Kahvem hazır olmuş, fincanımla buluşmuşken annemin ricası gözümü devirmeme sebep oldu.
“Kapının önündeki çöpleri atar mısın?” anemi reddetmek istemezdim ama hem kahvem soğuyacaktı hem de bu pijama takımı ile dışarı çıkamazdım. Bu yüzden reddetmek zorunda kaldım.
“Atamam anne. Kahvem soğur.” Daha cümlemi bitirmeden annem duygu sömürmeye başlamıştı. “Sırtım ağrıyor kızım. İki dakika atıver.” İç çektim.
“Anne kıyafetlerim de müsait değil. Bir sefer at işte. Ya da akşama doğru ben atarım.” Hemen sesinin tonunu ayarladı.
“Tamam tamam. Bırak sen ben hallederim. Zaten sabahtan beri arkanızı topluyorum, yemeğinizi hazırlıyorum, çöpü de atar,”
“Tamam anne. Şunu yapmasan olmaz zaten. Ben atacağım tamam.” Klasik türk annesi işte. Duyu sömürerek böyle işleri çocuklarına yaptırırlardı.
Daha yeni hazırladığım kahvemden zor da olsa ayrılıp, olduğum gibi dışarıya çıktım. Kapının önünde bulunan pembe terlikleri giyince tam aşko kuşko ev kızı olmuştum. Pembe pijama takımı, pembe terlikler ve dağınık ev topuzum. Olmazsa olmaz üçlü...
Kapının önünde bulunan poşetleri iki elime alıp asansörü çağırdım ve beklemeye başladım. Sanırım gelmeyecekti. Neredeyse dakikalardır asansörün gelmesini bekliyordum ama gelmiyordu. Belli ki biri aşağıdaki katlardan asansörü meşgul ediyordu. Merdivenlerle inmeyi tercih edebilirdim ama yedinci kattan bu ağır poşetlerle inmek beni zorlayacaktı.
Asansörün önünden ayrıldım ve merdivenin başından, kibar bir sesle seslendim.
“Asansörü bırakabilir misiniz acaba? Neredeyse beş dakikadır bekliyorum.” Kısa bir bekleyişin ardından cevap gelmişti.
“Maalesef.” Merdiven boşluğundan gelen ses yankılansa da genç bir çocuğa ait olduğu bariz belliydi.
“Neden?” diyerek sordum binanın bir ucundaki, göremediğim kişiye.
“Yük taşıyoruz.” İç çektim.
“Benim de elimde oldukça ağır poşetler var. Rica ediyorum asansörü bırakır mısınız?”
“Maalesef.” Sakinliğimi korumaya çalışıyordum ancak sesin sahibi beni zorluyordu.
“Beyefendi.” Dedim ciddi bir ses tonuyla, “Eğer asansörü bırakmazsanız sizi site yöneticisine şikayet edeceğim. İnsan gibi rica da bulunuyorum değil mi?”
“Kim olduğumu bilmiyorsunuz, beni kim olarak şikayet edeceksiniz?” Duyduğum cümleyle ağzım o harfini şekil almıştı.
“Merdivenden inip kim olduğunuzu görebilirim.” Dedikten sonra sanki bir kaleye gol atmışım gibi egom tatmin olmuştu.
“Siz,” dedi. Ardından beni taklit edercesine ekledi. “Elinizdeki poşetlerle inene kadar ben asansörle yukarıya çıkmış olacağım.” İyiden iyiye sinirlenmeye başlıyordum. Elimdeki poşetleri bir kenara bırakıp merdivenlerden inmeye başladım. “Bekleyin orada.” Diyerek emrivakide bulundum.
“Maalesef. İşim bittiği an gideceğim. Elinizi çabuk tutun. Pardon, poşetinizi.” Bu ne küstahlıktı böyle? Hızla merdivenlerden inip zemin kata ulaştığım da kapanmak üzere olan asansöre elimi sıkıştırıp tekrar açılmasına sebep oldum. Kapının açılmasını beklerken yüzümde bir zafer gülüşü meydana çıkmıştı.
Ağır ağır açılan asansör kapısının arkasında gördüğüm yüz, gülüşümü soldurmuş, çenemi yerle bir etmişti. Gerçekten tesadüf müydü bu? Değildi. Olamazdı. Bu kadarı tesadüf olamazdı. Asansör kapısı tamamen açıldığında ağzımdan tek bir kelime dökülüverdi.
“Ukala?”