4

773 99 72
                                    

Uyandığımda yanımda Minho yoktu.

Yüzüstü uzanmış, yastığı sıska kollarımla sıkıca sarmıştım. Göz kapaklarım açılmamak için benimle sıkı bir mücadelede bulunurken, Minho'nun sigara dumanının sinmiş olduğu füme rengindeki perdelerinin arasından zayıfça içeriye sızan sonbahar güneşinin huzmeleri odayı aydınlatıyordu. Hava büyük ihtimalle yine yağmurluydu. Minho'nun dairesi en üst katta olmasına rağmen yoğun yağmur trafiği sıkıştırıyor olmalıydı, çünkü o gürültü buraya dek ulaşıyordu.

Esnerken uzandığım yataktan doğruldum. Birkaç kemiğim, uzuvlarımın hareketleriyle çıt! sesini oluştururken kollarımı havaya kaldırıp gerindim.

Yatak odasının aralık kalan kapısından bazı sesler duyuluyordu. Mutfaktan gelen tıkırtıların haricinde, evde Minho ve benim haricimde insanların da olduklarına dair sesler vardı. Gülüşmeler, tabak ve çatal sesleri, gülüşmelerin hemen arkasından ciddiyete bürünen sohbetler...

Yataktan kalkıp çoraplarımı ayaklarıma geçirirken Felix'in neşeli kahkahası kulaklarıma doldu. İstemsizce sade bir tebessüm dudaklarıma yerleşirken göğsümü sıcacık bir his kapladı. Onları böyle görmeyi çok seviyordum, kahkahalarını duymayı, yanlarında olmayı ve onların da benim yanımda olmalarını çok seviyordum.

Asıl evimde, asıl ailemle berabermiş gibi hissediyordum.

Bunu böyle ifade etmek belki de çok yanlıştı ama... ben zaten kırık bir ailenin çocuğuydum. Annem ve babamı değil sarılırken görmek, onları bir kez olsun konuşurken görmemiştim. Birbirlerinden ruhsal olarak bu kadar uzaklardı madem... neden evlenmişlerdi anlamıyordum. İlkokuldayken hep küçük bir kardeşim olsun istemiştim. Sınıfımdaki herkesin bir kardeşi, ablası ya da abisi vardı. Ben tek çocuktum ve bundan hiç hoşlanmıyordum. Özellikle birlikte büyüdüğüm Minho ve abisinin ilişkilerine şahit olmak, kendi kanıma sahip olabilecek bir kardeşin eksikliğini bende çok fazla hissettiriyordu.

Fakat şimdi düşünüyordum da... iyi ki de bu dünyaya paramparça olmuş bir ailenin son kırıntıları sayılabilecek bir çocuk daha dünyaya getirmemişlerdi. Onu severdim, kardeşimi gerçekten çok severdim. Bunu tartışacak değildim. Ama anne ve babamızı filmlerdeki gibi mutlu bir birlikteliğe sahipken görmek istediğinde onun bu beklentisini karşılayamıyor olmak beni öldürürdü.

Çünkü ben ne kadar kırık hissettiğimi hatırlıyordum. Minho'nun anne ve babasının arasında uyuduğum çok fazla akşam vardı. Ama annem beni odasından içeriye almazdı. Tek başıma uyumamın beni daha cesur hissettireceğini söylerdi. Oysaki ben o uykusuz geceleri hiç unutmuyordum. Uzun bir süre boyunca karanlıktan korkmamın en büyük nedeni, yıllarca sabahın gelmesini zifiri karanlığın esir aldığı odamda gözlerim açık beklememdi.

Şimdiyse hiç sorun değildi. Gündüzlerden nefret ediyordum, gün ışığından nefret ediyordum, gün doğumundan nefret ediyordum, yaz ve ilkbahar aylarından nefret ediyordum. Gözüme cıvıl cıvıl, parlak, neşeli gelebilecek her şeyden nefret ediyordum.

Bu yönümü anlattığım tek kişi Minho idi. Dinledikten sonra benden uzaklaşacağını düşünmüştüm. Kim gün ışığından nefret edebilirdi ki? Ona karanlığı, gün batımını, sonbaharı, koyu renkleri sevdiğimi söylediğimde beni garipseyeceğini zannetmiştim. Geceyi çok sevdiğimi; gündüzleri uyuyup, geceleri hunharca yaşamak istediğimi söylediğimde benim deli olduğumu söyleyeceğine ihtimal vermiştim.

Ama Minho bana sadece sarılmıştı.

Bazen ev demek, sadece birkaç tane duvardan oluşan bir sığınak demek değildi. Çok sevdiğiniz insanın kollarının arası, kalbinin içi, aklının köşesi ve teninin sıcaklığı sizin için en güvenli sığınak olabilirdi.

If Walls Could Talk, 2min Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin