the idea of u 0.4

41 5 31
                                    


______

"Madem bu civarda yaşıyordun, neden tüm gece sokakta dolaştık biz?"

Yavaştan ağarmaya başlayan gökyüzü John'un mimiklerine en güzel oyunlarıyla birlikte birkaç hüzmeyi yansıtırken o, sabah esintisiyle dağılan saçlarını gereği görülmeksiz bir çabayla önce geriye atıyor; saniyelere kalmaksızın yeniden sayısız gölgeyi barındıran gözlerine inen saçlarını sıkıntıyla bir kez daha düzeltme çabasıyla itiyordu. Ben ise hem bu hâline, hem de yine hiçbir cevabı olmayan sorusuna karşılık bu gün doğumunu kendi mimiklerimde rezil edecek bir biçimde imayla gülümsüyordum. Varlığını dahi unuttuğum anahtarı yaklaşmakta olduğumuz eve karşın cebimden çıkarmış, parmaklarımda döndürmüştüm.

"Sokak çocuğuyuz da ondan."

John'un önünde durduğumuz birkaç katlı binanın kapısını bakışlarını benimkilerden ayırmadan sırtıyla itmesiyle birlikte içeri girmiş, nihayet özgürlüğüne kavuşan saçlarını onun anlık rahatlayışına karşılık inatla ben dağıtıp hızla merdivenlere koşmuştum. Belli belirsiz söylenmeleri ve gülüşü eşliğinde beni takip ediyordu şimdi, kendi evimin yolunu ben de unutmuş gibiydim bir süredir.

Anahtarı yerine yerleştirip kapıyı itmemle birlikte hemen ayak ucumuzda biten kedimi tek bir hamlede kucağıma almış, kapıyı ardına kadar açıp John'un ilk kez yapay olmayan bir ışık altında parlayan gözleriyle buluşmuştum. Bu kahverengi bakışlar benim yıkıntıyı andıran evime henüz adımlamadan dahi böylesine merakla açılmışken içten içte uğrayacağı hayal kırıklığını düşünerek biraz ezildim elimde olmadan. İçeri girmemizle birlikte kapıyı kapamış, omzuma değin yükselen kediyi yavaşça yere bırakmıştım.

Günün ilk ışıkları evin konumuna ithafen henüz buraya pek de canlı bir şekilde uğramamıştı, yarı açık bıraktığım pencereden içeriye deli bir rüzgâr sızıyordu. Sokaktan pek de farklıymış havası vermeyen bu yerde beni tek tutan şey, bir şekilde kendi çabalarımla elde ettiğim bu yerin tam anlamıyla bana benzemesinden ibaretti. Pencerenin hemen yanında, ki bu kapıdan girince ilk ve tek dikkat çeken yerdi, bana nazaran büyükçe bir kitaplık vardı. Raflarda ilk gençlik dönemimden şimdilere değin sağdan soldan arakladığım, kimine gerçekten iyi paralar verip kimini günlerce aradığım kitaplar vardı. Ancak çoğunluk öyle pek de ulaşılması güç yayınlar, bizlerce sayısı bilinen baskılardan değildi. Yığıntıydı işte, ben ve benimle alâkalı müsveddeler.

Kitaplıktan biraz daha kenarda kalan ve son bakışta dahi dikkat çekmeyecek olan kahverengi kanepeme bu güzelim evde olmanın keyfiyle kendimi bırakmıştım. Yanımdaki beden ise benden çok önce yapmıştı bunu bu harabeye saygıdan.

Bakışları bana dışarıdaki hâlimize kıyasla daha az uğruyordu şimdi, beni burada daha iyi bulmuş gibiydi. İçerinin bu denli loş olmasının ironisi onun da ufaktan yüzüne yansımışken ben, bu ortamın daha önce hiç bu kadar aydınlık olmadığını düşünmekten öteye geçemiyordum.

Bu gerçekten adını yaşatan kahverengilikler beni bulduğunda zaten çoktandır onu süzen bakışlarımın onunkilerle kesişmesi pek de zor olmadı. Kanepenin hemen önünde biraz dağınık, biraz bitkin; ucuz ahşaptan bir masa duruyordu. Masanın ayakları ben ona sahip olduğumdan da öncesinde çürüktü, üzerine yığılmış olan ve en az onun kadar ihtiyarlamış birkaç yarım kitabın 'hangi sayfam bu arsız ellerden bir kez olsun karalanmadan geçecek' diye düşündüğüne pek çok kez şahit olmuştum.

John kendi sözlerinin aksini kanıtlarcasına nerede olduğumuzu, başımızın üzerinde binbir tuğla bulunup bulunmadığını pek önemsiyormuş gibi durmuyordu. Onun da içinde takatsiz bir sokak çocuğunun dinlendiğine emindim.

the night we met | johnmarkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin