Boyutlar, Bazen Dünyaları Ayırırlar

80 9 52
                                    

Bilmem kaçıncı kez aynı şeyler yaşanırken ben artık içime sığdıramadığım ve her yerimi adeta cayır cayır yakan öfkem yüzünden akan gözyaşlarıma mani olmaya kalkmıyordum bile. Bıkkınlıkla dolu bir kabullenmişlik vardı üzerimde. Hep düşünüyordum, neyim eksikti ki benim?

Daha mı geveze, daha mı çirkin, daha mı beceriksiz, daha mı aptal, daha mı değersiz, daha mı uyumsuz, daha mı sorumsuzdum? Neyim eksikti ki gördüğüm bu muamele asla değişmiyordu? Noksanlığım neydi ki kendi kırılmış tırnaklarımla kazıyarak geldiğim bugünümde dışlanıyor, küçümseniyor, hiçbir şeye layık görülmüyordum?

Bana zaten kendi emeğim sayesinde hak ettiğim pozisyonu verebilecek bir tanıdığım olmadığı için miydi? Sözde en meşgul insanlarla muhabbetim olmadığı için miydi ya da? Sebep her ne olursa olsun, yıllarımı adadığım ve çocukluğumdan ötedir hayalini kurduğum bugünlerim böyle sonuçlanmamalıydı.

Kendi evinde bile "Sen bırak, ablan yapsın. Onun yaşına gelince yaparsın sen.", "Bir elin de iş tutsun, anca etrafa zarar veriyorsun. Kendine nasıl bakacaksın bilmiyorum gerçekten." gibi daha yüzlerce kayırıcı ve özgüven kırıcı sözlerle yetişip ablasının yaşına asla gelemediği için büyümeyi öğrenirken kendi insani ihtiyaçlarını bile aksatan çünkü küçüklüğünden beri hazıra alıştırılıp biraz büyüyünce birden ortada bırakılan o çocuk, tüm umutlarını sakladığı yarınlarının daha aydınlık olmasını hak ediyordu. Gerçekten kendi başına bir şeyler yapabildiğini hissedebilmeyi ve bunun için önce diğerlerine kendisini gösterebilmeyi...

Tam da bugün hala onun çoktan kırılıp dökülmüş olan umutlarını toparlayamadığım ve masum benliğini dolu gözlerle başı eğik vaziyette bir köşede ağlattığım için müthiş bir vicdan yükü ile mahcubiyetin esiri olduğum halde basit ve çirkin içgüdülerime engel olamıyor ve tüm bencilliğime mahkum olmuşken her bir zerremi saran ona tekrar nefes aldırma isteğimin önüne geçme gibi bir tasa taşımıyordum.

Tamamen kendimi kandırıyor olsam da bir anlığına gözlerimin kepenklerini indirip tüm umutlarımı bugünlerim için çeyiz olarak üstü toz tutmuş sandığıma düzdüğüm günlerime dönme çabasına girdim.

Küçük, belki dokuz yaşında anca olan bir kız çocuğunu yakalıyordu zihnim, bugün olduğu gibi o gün de yalnız. Hiçbir akranına uyum sağlayamadığı, şu anda nemli toprağında çömelmiş, yoğurduğu kahveliklerle çanak çömlek yaptığı evin bahçesinin dışarısına neredeyse hiç çıkamadığı için bu duruma çok şaşmamak gerekirdi, belki kendini anlatamadığı içindi bu yalnızlığı.

Sonra belli belirsiz bir silüet geliyor, o küçük kızın çatlayan çömleklerini ıslatıp düzeltmeye çalışıyordu. Kızın gözlerinin içi, koca koca denizlerin binlerce fersah derinlerindeki en değerli inci tanelerinden bile daha ışıltılı bakıyordu dünyaya o an. Kimdi onu bu denli sevindirip acı verici yalnızlığından koparan kahraman? Ne olmuş olabilirdi ki bu sefer anılarımda bana yabancı gelen karelere sahiptim?

Yabancı silüet elindeki çömleğin işini bitirip bırakınca inci gözlü kızın yanına oturuyor, kıpır kıpır bir vaziyette onunla sohbet ediyordu. Bu sohbeti ne dinleyebildiğim ne de dahil olabildiğim için canım sıkıldı, bunca yıldır yalnız olduğunu zannederek büyüdüğüm kız çocuğunun aslında bir arkadaşı vardı ama çok sevgili arkadaşını benimle paylaşmaya tenezzül etmiyordu ki bu biricik arkadaş uzaktan gördüğüm bir silüet parçasından başka bir mana ifade etmiyordu bana!

Bu duruma çok içerlendiğim sırada, gitgide daha net duyduğum bir ses işitiyorum, bir yerden tanıdık gelen... Neşe dolu ve içimi ısıtan türden bir sıcaklığa sahip. Bir dakika, yoksa... Gerçekten unutmuşum onu, tamamen benim sadakatsizliğimden... Buna rağmen sesinin içimde koca bir hasret duygusu yaratması doğru mu?

"İstersen diğer çömleklerini de onarabilirim Hilal, beraber bir mutfak yaparız. Ne dersin?"

Sen çok mutlu duruyordun ama benim yaptığım çömlekler hep yamuk yumuk oluyor, asla beceremiyordum ki. Ama sana bunu söylemek de istemiyordum işte! Sonra benimle dalga geçip terk edersen arkadaşım kalmazdı. Ne cevap verseydim ki...

"Yok ya, bence oyun oynamayalım artık. Baksana, bulutlar toz toplamış. Yağmur yağacak bence, çömlek yapsak da hepsi bozulur. Hem ben sıkıldım, içeri girip sohbet etsek?"

"Olur, bana fark etmez. Hadi gidelim."

Sıcak evimde üzerinde uzandığım yeşil çekyatta sana açılıp içimdeki huzursuzluğu giderebilir miydim? Beni yalnız mı bırakırdın, hep oyun arkadaşım mı kalırdın, yoksa ben fark etmeden çekip gider miydin acaba?

"E hadi sohbet edelim, bence senin bana söyleyeceklerin var Hilal."

"Tamam anlatıyorum, hemen de anla zaten. Neyse... Sadece biraz korkuyorum. Biliyorsun, yalnızca bahçede oynayabildiğim için senden başka arkadaşım yok. Ve bir gün benden sıkılıp gidersen kimse kalmayacak. O yüzden ilerde beni bırakırsan diye endişeliyim..."

"Hayır ama neden böyle düşünüyorsun ki... Ben seninle zaman geçirirken ne kadar mutlu oluyorum bilmiyormuşsun gibi. Sen istediğin ve bana ihtiyaç duyduğun sürece yanından ayrılmayacağım, korkma Hilal."

Gülümseyerek serçe parmağımı uzattım;

"Söz mü?"

Sen de gülümseyerek benimkinin etrafına kendi minik parmağını doladın.

"Söz."

Sözümüzü bozmuştu. Ben hala ona ihtiyaç duyduğumu yeni fark ediyordum çünkü gençlik yıllarımda yalnız değildim ama şimdi yine tek başıma kalmıştım ve ona ihtiyacım vardı. O ise dönmüyordu. Ben istediğim ve ihtiyaç duyduğum sürece benimle kalacağını söylediği halde şu an bir başımaydım işte!

"Hayır, artık bana muhtaç değilsin. Bak, aradan geçen yıllarda yeni arkadaşlar edinip beni unutmuşsun... Şimdi yalnız olduğunu söylüyorsun ama değilsin, kendini dış dünyaya kapatmışsın yalnızca. Gözlerini aç, her sabah kahve aldığında sana güler yüzle karşılık verip halini hatrını soran, seninle konuşmaya çalışan Faruk Ağabey'i gör. İşten çıktığında yağmur yağarken otobüs durağına gidene kadar ıslanma diye sana şemsiyesini hediye eden meslektaşın Gülcan'ı gör. Sen, her akşam yemeğini tek geçirecekken seni birlikte yemeye davet eden komşun Sevil Teyze'yi gör. Bu insanları o çelik çubuklarla oluşturulduğun çemberinin içine al ve anlayacaksın, yalnız değilsin. Ben sözümü bozmadım."

Zınk diye karşımda beliren ve hala belli belirsiz olan silüetiyle afalladım. Nasıl olurdu da bir anda çıkıp gelebilirdi böyle?

"Sen... Sen..."

Adını neden hatırlayamıyordum?

"İsmimi bile bilmiyorsun değil mi? Çünkü bana ne bir beden ne de bir ad vermek geldi aklına. Tek derdin varlığımdı ve beni var eden zaten sendin, senin hayal gücünün sınırları dışında hiçbir zaman var olmamıştım. Hiçbir zaman terk etmedim de seni. Her yalnız hissettiğinde oyun arkadaşın, sırdaşın, eğlencen oldum. Şimdi sen varlığımı unuttun, ben de kayboldum. Zihninden, dünyadan, bu koca boşluktan... Bu sözlerin sahibi bile ben değilim, kafanın içinde kalmış son kırıntılarıma tutunarak beni yeniden var etmeye çalışıyorsun ama vazgeç, çünkü artık büyüdün, bana ihtiyacın kalmadı kadim dostum. Ben sadece küçük senin yalnızlığını gidermeye çalışan iki boyutlu hayal arkadaşındım, yetişkin bir insanın üç boyutlu gerçekliğine hiçbir zaman sığamayacağım."

-----

tamamen öylesine yazdığım bir hikaye, biri merak ettiği için yayımladım ve sileceğim. yine de başka okuyan varsa yorumlarınızı almak isterim...

Boyutlar, Bazen Dünyaları AyırırlarWhere stories live. Discover now