Kan, et ve hüzün.
Tanrının bizlere imtihanı elbetteki zor olacaktı; iradelerimizi belirleyen bu sonu gelmez, tükenmez sınav çoğu insana azap çektirebilir yahut huzurlu bir hayat verebilirdi.
Bizim dünyamızda, bu orta çağın hükmü altında yürütülen evrende huzur namına bir şey bulmak belirtmeliyim ki yalnızca hayallerde gizleniyordu. Bizler bu dünyada huzurdan çok savaşı ve kederi tatmış nesildik.
Yıllar yılı aşkın süre önce topraklarımıza bizlere tıpa tıp benzeyen ancak tamamen farklı olan bir can düşmüştü. İnsanlar yenik düştüğü merakıyla çevresinde toplandığında vahşeti görmek oldukça karartıcı olmuştu nitekim.
Gören gözler, külden küle bürünen bedenlere de dayanıyordu. Ölüm bizleri bulmuştu.
Her an kapımızda ya da pencere pervazında bizi izliyordu ölüm, pençesi arasına alarak kanlarımızı siper dâhi edemeden bizden çalan ölüm oldukça benzersiz taktiklerle doluydu. Pençesi hızlı, acımasız ve vahşi bir hayvan misaliydi.
Ölüm özünde vampirlerdi.
Vampirler; topraklarımızda uzun yıllar boyu kalmış, bize ter, gözyaşı ve kan döktürmüştü. Bizlerin hiçbir suçu yoktu. Tek suçumuz onların hayat suyu olan kanı bedenlerimizde taşımamızdı açıkça. Onların avları hâline gelmiştik, kaçınılmaz gerçekti. Topraklarımıza ilk düştükleri zamanlarda, bizler bir av dâhilinde sayılmazdık. Hatta vampirler dostumuzdu, yeni birer kabileydi gözümüzde. Ayrım yapmadığımız, yeri gelince aynı sofrayı paylaştığımız bu yeni jenerasyondan ihanetin en büyüğünü yiyince kaçacak yerimiz kalmamıştı.
Vampirler, insanların kanını keşfetti. Bu bağımlılık olana dek sürdü, sürdükçe ölüm ayak ucumuza dek geldi. Zamanla yapılan anlaşmalar, dolandırmalarla hayatımız bir nebze olsun kurtulsa da savaş kapıyı çalmış ve yavaşça çıkardığı şapkasını karnına yaslayarak selam vermişti.
Bu savaş, insanın insana çatışmasından elbetteki zordu. Hâlâ bunun etkisi, geçerliliği kendini koruyordu. Aynı, daha birkaç gün önce araştırma amacı güderek gönderdiğimiz bir avuç dolusu askerin ölü bedenleri sınırımıza bırakıldığı gibi hâlâ savaşın sürdüğü gözlerimize sokuluyordu. Sanki yetmezmiş gibi ihanetin göz bebekleriyle kesişiyorduk.
Hepimizin hissettiği yegâne, en tepedeki duyguydu hüzün. Ardından korku, endişe, hayal kırıklığı... gelse de ruha en çok dokunan hüzündü. Bundan başka hiçbir duygu diğerlerinin etkisi kadar yoğun değildi. Tüm organlarımda bunun yası vardı.
Sabaha karşı gittiğimiz sınırda cansız askerlerin bedenlerini gördüğüm zaman midem çalkalanmıştı âdeta, içimdeki her şeyi dışarı bırakmak zorunda kalmıştım. Ancak sınır tehlikeliydi, fazla durmadık. Bedenleri alarak orayı yalnızlığa terk etmiştik.
†
"Ülkemize olan politikana hayran kalıyorum çoğu zaman." elindeki köstekli saati parmakları arasında döndürmeyi bırakmıştı. Sonrasında saati, sert topuklarının tok sesleriyle yürüyerek önüne vardığı masaya koymuş, devam etmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
let the light in
Vampirebir savaştı süregelen, önünde diz çöktüğümüz çatışlardı benliğe kavuşturan. !vampireau [bir süreliğine ara verildi!]