uc

12 1 5
                                    

Jisung doğruldu ve sırtını tozlu raflara yasladı oturduğu yerden. Jeongin kendinde kalkacak gücü bulamadı. Korsanlardan delice korktuğu için tir tir titriyor, Jisung'un dizlerine başını koymuş ağlıyordu.

"Ağlama, bir şey olmayacak." Sarı saçları okşadı o kucağında ağlarken.

Her ne kadar o da korksa da Jeongin için güçlü kalması gerekiyordu. Bir büyüğü olarak, abisi olarak, arkadaşı olarak buna zorundaydı. Arkadaşını deniz tutardı ama ağlayınca hemen uyluya dalardı. Kusmaması ve rahatlaması için onu bir an  önce uyutmaya çalıştı. Ardından kaçmak için bir boşluk veya ihmal arayacak ve ikisini de buradan çıkaracaktı.

"Rahat mısınız?" diye bir ses geldi yukarıdan.

Uyumakta olan çocuğun kafasını yavaşça yere bıraktı ve merdivenlere emekledi. Kızıl bir kafa görür gibi oldu ama karanlıktaki, direğin ortasında sik gibi duran ışığın bu merdivenin ardındaki kişinin sıfatını gizlediği bir noktadaydı.

"Rahat mı? Dalga mı... lütfen," diye fısıldadı sonlara doğru, uyuyan bebeği uyandırmak istemedi. "Jeongin okyanusta yapamaz, onu bari bırakın."

Gövdesinden üstü bir silüet gibi görünen korsan biraz düşündü.

"Kararları ben vermiyorum, üzgünüm. Aç mısın?"

"Değilim. Neden buradayız bari bunu söyleyebilir misin?"

Çaresizce yalvarmasına karşılık alamadı. Silüeti görünen korsan başını iki yana salladı ve yok oldu. Gürültülü güverte gittikçe şenleniyordu. Chan fazlasıyla sinirliydi. Kabine öyle girdi ki Minho mürekkebi devirdi.

"Ne yapıyorsun?"

Kapıyı da aynı hızla kapattı, "Asıl sen ne yapıyorsun amına koyayım?" Üstüne yürüdü ve yakasından tuttuğu gibi havaya kaldırdı, "Ne zamandan beri masum sivilleri esir alıyoruz?"

Yakasındaki eli büktü sertçe. Chan'ı ittiği gibi sırtını ahşap duvarla çarpıştırdı. "Bu gemi ne zaman ondan fazla kişi taşımaya başladı, o zamandan beri alıyoruz."

"Ne alaka? Yani..." Ellerini iki yana açtı. "Bu yaptığının hiçbir mantığı yok. İki adamını öldürdün zaten, diğerlerine de haz edemiyorsan neden kovmuyorsun?"

Başını çevirdi ve kalçasını masaya dayadı, "Bilmiyorum. Çok ani gelişti her şey. Woojin midir nedir, o aptalın artıklarının bize kalmasına nasıl izin verdiğimde ne düşünüyordum bilmiyorum."

"Zor zamanlar geçirdiğini biliyorum ama... Minho, onlar daha çocuk."

"Çocuk değilim dedi."

"Neyse ne! Hiçbir şey bilmeyen bir insan çocuk sayılır. Onlar... onlarla ne yapmayı planlıyorsun ki?"

Minho dişlerini sıktı. "Hiçbir şey amına koyayım. Bir dahaki adada bırakırım."

"Bir dahaki adaya kalırlarsa," dedi kollarını birbirine dolarken.

"Bana sakın o bakışı atma."

Attı. Minho da oflayarak kabinden çıktı. Karanlık, yıldız dolu gecede parlak ay ışığı, suyu zar zor gösteriyordu. Minho her zamanki yerde kemereye yasladı kollarını. Arkasındaki gürültü... içinden bir ses aşağı atlamasını söylüyordu. Evden ayrıldığı yaş on bir, şu an süzüldüğü dalgalarda bıraktığı yaş yirmi beşti, neredeyse.

"Şey..." Changbin elleriyle oynarken bileklerini dayadı ahşaba. "Çocuklar-"

"Changbin siktir git."

"Tamam."

Changbin geldiği gibi giderken Minho tütününü çıkardı ceketin iç cebinden. O ağır çakmakla yaktığı ağır tütünün dumanlarını temiz gökyüzüne üflerken alttaki uyanık çocuk sessizce ağlıyor, kabindeki düşünürken çiziyor, çanaklıktaki kapkara gökyüzüne bakarak yıldızları sayıyordu.

those charming menHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin