bir - kurtuluş

16 2 5
                                    

- hayat, hayal kırıklıklarından ibaret

yüreği toprağı arzulayan bir adam var burada. rutubetli, küf kokan dört duvar arasında yüzüne yansıyan ayın ışığında arıyor ölümü. dili yok, sesi yok, gücü yok, gülüşü yok. soldurduğu mutluluğuna ve soldurdukları gençliğine yakınıyor sadece. dizlerini yüzüne çekmiş, başını göğsüne gömmüş. mümkünse nefeslerini de gömmeyi diliyor.

tik tak. tik tak. tik tak.

gökte, tavana yapışıp kalmış parmaklıklı küçük pencerenin ardında yıldızlar parıldıyor bir yandan. odayı dolduran tek ses, ilerleyen saniyeleri yansıtan duvardaki saat. sanırım yıldızlar olmasa günün yirmi saati kapalı kaldığı bu odada çoktan kafayı sıyırırdı. adamın tek kaçış yolu orada, gece bulutlarının arkasına saklanmış parlayan nesnelerdi işte. tüm hayali, özgürlüğe kavuşmayı arzulayan yüreğinin uçup gitmek için can attığı yıldızlar...

duyguları ve düşünceleri yok olmuştu bu genç adamın, sanırım "iyileşiyorsun" dedikleri şey insanı insan yapan enlerin kayboluşundan ibaretti. böylece ne üzülemez, ne yas tutamaz, ne de geçmişte takılı kalırdı aklı. lâkin ne hüzün, ne ölüm, ne de geçmiş insanı rahat bırakmaz bir illetti. yakasına tutunmuş, asla da bırakmamaya yemin etmiş, sonunda delirten o illet.

zeminden bile rahatsız eden, gıcır gıcır yatakta tabuta girmiş ölüyü andıracak şekilde uzandı yıkılmış kalpli bey. uyumadı, gözleri hâlâ demir parmaklıklar arasından sızan ay ışığındaydı. en azından gecenin umudu varmış gibi, titrek de olsa aydınlıktı gökyüzü. hüzünlü de olsa, parlamak için vardı cesareti. özeniyordu, gece olmak istiyordu adam.

en önemlisi, yaşadığını hissetmek istiyordu.

hissedemiyorsa da, ölmeyi düşlüyordu.

ve karanlık bir çukurda yapayalnız kalmış gibiyse de gönlü; öylesine kapılmıştı ki hüznüne, düşleyebildiğini anlamayıp tüm umut ışıklarını kapatmıştı kendine.

sâhi, neydi sebebi?

neydi tüm bu acının, kopukluğun, memnunsuzluğun sebebi? ciğerleri yanıyordu. yeri geliyor zihni, kalbi, gözleri yanıyordu. nefes alamıyor, geçmişin hatıraları göğsünü umutsuzlukla sıkıştırırken, döktüğü her yaşta bedeninden bir parça düşüyordu toprağa. her dakika daha da yaklaşıyordu ölüme.

ve işte o an, ölümü mü yoksa yaşamı mı dilediğini minho da bilmiyordu.

************

tik tak. tik tak. tik tak.

bu artık ezberlenmiş bir döngü. saniyeleri say, saatin sesine odaklan, hemşirenin ayak sesleri, atılan her adımın odaya yaklaştıkça çıkardığı iğrenç hastane terliğinin sesine odaklan. yedi adım, on adım, on iki adım ve son olarak on dokuzuncu adım. hemşire artık odanın önünde, elinde yirmiden fazla anahtarın bulunduğu karmaşık bir anahtarlık var. hangisinin hangi odayı açtığını artık ezberlemiş olmalı, üç saniye sonra demir kapı gıcırdayarak açılıyor. bu minho'ya hastane değil de hapishanedeymiş hissiyatı veriyor. gerçi pek farkı yok. ikisi de özgürlüğünü kısıtlıyor.

"uyan bakalım uykucu"

minyon kadının ince sesi dolduruyor odayı. elindeki tepside bazı haplar ve onları kolayca yutabilmesi adına bir bardak su var. gözlerini açıyor yavaşça, yeni uyanmış gibi davranıyor. oysa son 3 gündür sadece 5 saatlik uykuyla duruyor.

gövdesini yukarı itip oturur pozisyona geçmesi uzun sürüyor. şu sıralar her şey zor geliyor. kalkmak, üzerini değiştirmek, yüzünü yıkamak, dişlerini fırçalamak veya yemek yemek. bazen nefes almak bile öyle acı veriyor ki, hiçbir şey yapmadan uzay boşluğunda süzülürken yıldızları izleyerek yavaşça yok olmak istiyor. en basit aktiviteler onu zorluyor. sabırsız, öfkeli, memnuniyetsiz hissediyor.

yıldızlar okyanusa döküldüğünde - minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin