Odanın içi buram buram portakal çiçeği kokuyordu. Hafif aralık camın arasından yavaşça esen rüzgar ve gün ışığı kaba dokuma perdelerin arasından geçip beyaz duvarlarla çevrelenmiş odayı aydınlatıyordu. Ağaç dallarındaki yaprakların ve gökyüzünde dönüp duran kuşların gölgeleri perdeden içeri süzülüyor, "özgürlüğünü" haykırırcasına nispet yapıyordu.
Güne renk katan başka bir şey daha vardı odada. Yavaşça kulaklara çalan bir melodi... Sakinliği ile içini huzur dolduruyor sanki insanın. Piyanonun tuşlarına değen ince, narin parmaklar sanki bir şeyleri incitme korkusu varmışçasına hafif ve titrekçe dokunuyordu tuşlara. Hemen yanında ise birbirine değen tellerden çıkan sesler piyanonun dindirdiği ruhumuzu tekrar heyecana sürüklemek istiyormuş gibi hızlı ve hırçınca sesler çıkartıyor, içimizi heyecana bırakmamıza sebebiyet veriyordu.
Daha çok istiyordu insan. Daha çok dinlemek istiyordu. Böylesine bir uyum... İmkansız gibi. Kulağa narinliği yüzünden solmaktan korkan minik bir gül gibi gelen o melodi bir o kadar da dikenleriyle canımızı yakmaktan çekinmeyecek bir güldü sanki. Bu güzel uyumu bozan ise cırtlak, tiz ve aynı zamanda sert çıkan bir sesti.
"Dur!" müzik bir anda kesildi. Odadaki herkes ne oldu diye bakınırken diğer 2 kişi ise ne olduğunun farkındaydı.
piyanonun önündeki genç elleri tuşların üzerinde titrekçe dururken sandalyesinden ağır ağır kalkan bir kadın, siyah saçlı gencin yanına doğru adımlamaya başladı. Yanına vardığında kadın, kollarını birbirine kenetlemiş ve sağ ayağı ile ritim tutarken tiz sesiyle konuşmaya başladı.
"Bu da neydi Froncois?" sesi sakin kalmaya çalışıyormuş fakat beceremiyormuş gibiydi.
"Üzgünüm anne. Hala yeterince pratik yapamadı-" lafını bölen yine aynı sesti
" O zaman yeterince pratik yap! Tanrım biraz kendine bir şeyler katmaya çalışmalısın Froncois."
Ani yükselişi odadaki herkesi yerinden sıçratırken farklı bir ses duyuldu. Nayif, çok nayif bir ses...
"Anne bize biraz daha zaman tanı lütfen. Froncois'nın bu parçayı öğrenmesinde ben yardımcı olurum."
" Sen de olmasan zaten...Her neyse 1-2 güne bu parça kusursuz bir şekilde çalınacak, anlaşıldı mı?" söyleyiş tarzı sorudan çok bir emir gibi çıkmıştı. Hızlı ve sinirli olduğunu belirten adımları ile odadan çıktı.
Froncois gözlerinin dolmasını engelleyemezken aklından "Hala en ufak bir şeyde ağlayıp sızlanıyorum." diye geçirip daha da yükleniyordu dolan gözlerine. Ablası kapanan kapının ardından kemanı hemen kutusuna koyup kafası öne eğilmiş, titrek ellerine bakan kardeşinin yanına gitti. Yanına oturup bir eliyle kafasını omzuna koymuş diğer eliyle de narin ellerini tutmuştu. Konuşmadılar bir süre. gözlerinden akıp yer ile kavuşan damlalar ve birbirlerine sıkı sıkıya tutunan eller onların ağızlarından çıkmaya tenezzül etmeyen -edemeyen- sözcükleri olmuştu.
Ne kadar zaman geçti kimse bilmiyordu. Orada o şekilde ne kadar süre oturmuşlardı ki? Umurlarında değildi geçen süre. Sadece birbirlerinin yanında olmak istemişti o iki kardeş. Birbirlerine ilaç gibi gelen varlıklarıyla sarıyorlardı yaralarını.
"Hadi kalk bakalım küçük adam" aralarında sadece 3 yaş olmasına rağmen Zoe, Froncois'yı sinir etmek için arada böyle sesleniyordu ona. Birlikte yavaşça kalkmış ve biraz hava almak için bahçeye çıkmışlardı. Bahçe geniş mi geniş ve yemyeşildi. Çeşit çeşit çiçeklerle dolu olan bahçede dolaşmaya başlamışlardı. Bir zaman sonra sessizlikten rahatsız olmuşlardı ve konuşmayı ilk Froncois başlatmıştı.
"Ben kendim hallederim."
"Ne, neyi kendin halledersin?"
"Parçayı diyorum. Sen kendi partını çalış. Bir de benim için bu kadar uğraşma. Her zaman sen yardım ettin bana bu konuda. Hep hata yaptım -yapmaya da devam ediyorum ve sanırım edeceğim de- ama bu sefer sadece kendim başarmak istiyorum bu işi. Lütfen abla, fazladan kendini yormanı istemiyorum senin de.." sonlara doğru sesi yavaşça kısılmış ve kelimeler kendine olan güvenini yitirmişti.
"Tabii ki! Sen harika bir piyanistsin Froncois hiç kuşkusuz o notaları gözün kapalı çalacaksın. Ben sana güveniyorum kardeşim. Hadi hava kararıyor içeri geçelim daha fazla hava soğumadan."
Froncois gözlerinin parlamasına engel olamadı. Ablası hariç kimse ona güvendiğini veya onu bir şeylere teşvik edici şeyler söylememiş aksine tamamıyla geri çekip sonra o işi yapması için zorlamışlardı. Boğazında bir yumru hissetti Froncois. Bir cevap vermedi ablasına sadece direkt içeri yöneldi. Terkrardan gözlerinin dolduğunu görmesini istemiyordu Zoe'nin.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Born Alone Die Alone
General FictionBu hayatta sadece bir başınasındır. Yanında birilerinin olması yalnız olmadığını göstermez, onlar sadece kalabalıktan ibaret. Bunları böyle rahatça söylemek zaman alır, acı verir. Doğrular böyledir. Hayatınızı başkaları üzerine kurmayın, ona bağl...