Mektup 2: Annem ve Sen

10 0 0
                                    

Gökmen'in bu ikinci mektubu, sanırım diğerlerinin içerisinde en çok aklımı çelen mektup olmuştur. Böylesi tuhaf bir adamın, böylesi tuhaf bir yakın geçmişe ve ondan çok daha tuhaf bir çocukluk dönemine sahip olduğuna inanmakta gerçekten zorlanmıştım. Size şunu söylemeliyim ki Gökmen, gerçekten de şeker gibi tatlı bir adamdır. Rusya'daki yaşantısına dair anlattıklarına bakarak, benim onu tanımış olduğum halini yargılamamanızı rica edeceğim sizden.

Gökmen, Fulya'ya olan hislerinin sebeplerini bu mektupla ilk kez anlatmaya başlıyor. Ve ilk olarak annesine hesap soruyor. Bundan sonraki mektuplarında da birkaç kez annesinden söz edeceği için ben onun hakkında biraz daha fazla şey biliyorum. Size söyleyebileceğim, gerçekten de tuhaf bir kadın olduğu...

Her neyse, işin yorum kısmını size bırakmalıyım. İşte ikinci mektubun Türkçe çevirisi! Keyifli okumalar...


                                                                                           ***Merhaba Fulya! Bugün nasılsın? Beni soracak olursan, gayet iyiyim. Sanırım İstanbul'u özlemişim. Aslında, bu şehri hakettiği kadar sevememiş olduğumu anladım. Tıpkı severken hakkını verememiş olduğum diğer tüm şeyler gibi. Ve bil bakalım bunu anlamam kimin sayesinde oldu!

Dün, mektubun sonunda da belirttiğim gibi Ayasofya Müzesi'ndeydim. İnanmayacaksın belki ama neredeyse dört saat boyunca binanın içindeymişim. Dört saat! Nasıl geçti, hiç anlamadım. Ama daha önce görmediysen bu şahane yapıyı görmeni tavsiye ederdim. Elimde kağıt kalemle bir sürü notlar tuttum. Ne işime yarayacaklarını bilmiyorum ama yaptım işte. Belki de zihnimi boşaltmak, akşam eve gidince sana yazacağım mektuba kendimi hazırlamak için yapmıştım. Eğer öyleyse işe yaramış oldu: Müzenin üst teraslarından birinden geçerken Sultanahmet'e ve bolca tarihsel manzaraya sahip bir pencereye denk geldim. Çoğu eski yapıda olduğu gibi içe doğru girintili bir pencereydi bu. O anda dedim ki, 'Neden mektubu burada ve hemen şimdi yazmıyorum ki!'... İşte o pencere girintisine sığınıp, bir yandan da o nefis manzarayı izleyerek yazmıştım dünkü mektubu. Ama bu bana biraz pahalıya mal oldu. Arka arkaya 2 turist rehberi ve bir de müze güvenlik elemanı beni oradan kaldırmaya çalıştılar. Öyle de yapmaları gerekirdi elbet ama arasına elli lira sıkıştırılmış pasaportumu gördüklerinde hepsi de kendilerine uğraşacak daha önemli işler buluverdiler. Bu adamlarla bu memleket değil AB'ye, helaya gidemez.

Dün Ayasofya'nın bana verdiği ilhamdan esinlenerek, bugün de başka bir yerden yazıyorum bu mektubu. Ve sana dünkü mektubumda söz verdiğim gibi (umarım umrundadır), sana hissettiğim bu duygularımın sebebini ve senin benim için neden bu denli özel olduğunu anlatmaya başlayacağım. Bu -şimdi bu niyetle oturup düşününce anlıyorum ki- hakikaten uzun ve karmaşık bir öykü. Ama nereden başlayacağımı sanırım biliyorum. Beni sana bağlayan ilk şeyden başlayacağım: Gözlerinden!

Seninle ilk karşı karşıya geldiğimiz günü hatırlıyor musun? Hatırlamazsan buna şaşırmam. Baksana, neredeyse iki sene olmuş! Sen Moskova'da, Lomonosov Devlet Üniversitesi'nde yüksek lisansını yapıyordun. Son senendi. Biz de aynı kasabada parfüm üretimi yapan bir firmanın çalışanlarıydık.

Odama nasıl da hışımla dalmıştın öyle! Aslında hep merak etmişimdir, neden benim odamı seçtiğini! Halbuki odamın çevresinde diğer satış müdürlerinin, ne bileyim Anton'un mesela, üretim müdürlerinin, Peter'ın, hatta benden daha kıdemli olan departman şeflerinden bazılarının da odaları vardı. Ama sen beni seçtin. Benim odamı. Neden? Benim Türk olduğumu anladığın içindi belki de ama öyle olduğunu sanmıyorum. Çünkü sen hışımla daldığın zaman odamdan içeri, ben Petersburg'daki bayilerimizden biriyle hararetli bir konuşma yapmaktaydım telefonda, hatırladın mı? Ve sen, benim görüşmem bitene kadar beklemiş, telefonu kapatır kapatmaz söylenmeye başlamıştın, Rusça! Söylenmek mi dedim, saydırmak demeliydim.

Ha ha! Başıma çok sık gelirdi böyle şeyler. Ayda -bilemedin iki ayda- bir, kadının biri karşıma dikilip ya da telefonun öbür ucundan ona yaptığım haksızlıkları ve onu nasıl olup da aldattığımı konu alan bir çemkirme senfonisi sunar. Bir kadının nasıl böyle kolayca çileden çıktığını görmek de beni hep memnun ederdi. Ama aynı şeyi yapan sen olunca bambaşka bir şey hissetmiştim o gün. Çok derinden bir yerden çıkıp gelen, hala orada olduğundan bile haberimin olmadığı birkaç duygu üzerime abanıvermişti. Bu duyguları tarif edebilir miyim, bilmiyorum. Ama deneyeceğim, denemek zorundayım!

Sen odaya girdiğinde, ben telefonla konuşurken seni ilk gördüğümde, aklımdan anlık bir görüntü misali geçivermişti gözlerin. Sana şöyle bir bakmış, sonra telefon görüşmeme devam etmiştim. Ama gözlerinde gördüğüm tuhaf bir şey, Petersburglu parfüm tüccarını rezalet bir yönetici olmakla suçlayadururken dahi bilinçaltımdaki bir çatlaktan zihnime doğru akıyor, konsantrasyonumu sendeletiyor, arada bir dönüp sana kaçamak bakışlar atmama sebep oluyordu. Bu, çok belli belirsiz bir histi. O an için duygu ve düşüncelerimde neredeyse hiçbir etki yaratmadan gelip geçecekti. Hayır, gelip geçmeyecekti, geçmedi de! Seni, yalnızca seni, çok farklı bir ilk izlenimle bilinçaltıma kazımama sebep olmuştu o his.

"Bu şirkette dünyanın sağlığını düşünen tek bir adam bile yok mu?"

İşte aynen böyle başlamıştın 'saydırmaya'! Çünkü şirketimizin üretim atıkları kasabanın deresini kirletiyordu. Yöre halkı bizden duydukları rahatsızlığı ayda en az iki kere dile getirmekten bıkmamıştı ama biz onlara, elimizden bir şey gelmediğini, şikayetlerini hükümete yapmaları gerektiğini, eğer bu olumsuz durum her iki tarafın da lehine olacak bir şekilde sonuçlanırsa bundan en çok bizim memnun olacağımızı söylemekten bıkmıştık. Ve o an için sen, kasaba halkının kurtarıcı meleği olmakla görevlendirilmiş bir avukat adayı olarak... gelip bana, hayatımı büsbütün değiştirecek olan o gözlerinle bakmıştın. Ne garip değil mi? Tanrı gerçekten ne büyük bir senarist!

Benim sana cevaben ne söylediğimi hatırlıyor musun? Keşke hatırlamıyor olsan! Ama eğer adımı hatırlıyorsan, benimle ilgili en berrak hatırladığın ikinci şey belki de bu olurdu, öyle deil mi? Ne yazık!

Senin, şirketimizin duyarsızlığı üzerine sayıp dökmelerin biter bitmez ben, senin alev alev yanmakta olan gözlerine bakarak, hem de hayli sinir bozucu olduğunu tahmin ettiğim bir sırıtma eşliğinde ve de biraz önce gözlerinin önünde yapmış olduğum telefon konuşmasını unutarak, seni başımdan savabilmek için şöyle demiştim:

"Üzgünüm, Rusça bilmiyorum!"

Tek isteğim, gidip başka birinin başının etini yemendi. Ama Rusya'daki yaşantım boyunca, her başım sıkıştığında kullandığım bu taktik ilk kez tam anlamıyla geri tepmişti. Çünkü hem sen benim biraz evvel Rusça konuştuğuma şahit olmuştun, hem de ben, bu cümleyi Türkçe söyleme talihsizliğinde bulunmuştum...

Tanrı ve muhteşem kurguları, öyle değil mi?

Ve sen şöyle demiştin, Türkçe, bana söylediğin ilk Türkçe kelimelerdi onlar; "Bok herif!"

O anda içime bir şey yerleşiverdi işte. Çünkü gözlerin, bana bir 'bok herif' olduğumdan daha fazlasını hatırlatıvermişti. Başka türlü, bir başkasının gözlerinden göremeyeceğim bir şeyi görmüştüm o bakışlarda.

Fulya, benim aşağılık ve duygusuz bir adam olduğumu düşünebilirsin. Haklısın! Ama ben her zaman böyle biri değildim. Ve senin sayende anladım ki, her zaman da böyle biri olarak kalmayacağım. Çünkü sen o gün bana annemin gözleriyle bakmıştın. Anlıyor musun? Beni hiç sevmemiş olan ama benim çok sevmiş olduğum, sayesinde hayatın zalimliğini tanıyıp onunla tek başıma mücadele etmem gerektiğini öğrendiğim insan olan annemin gözleriyle!

O da işte, sık sık böyle bakardı bana. Ve ben her seferinde yanlış bir şey yapmış olduğumu hisseder, ezilirdim. Greenpeace gönüllüsüydü. Uluslararası bir petrol şirketinde müdür yardımcısı olarak çalışan babamla yaşadıkları -ve her zaman hayatının en ironik, en aşağılık eylemi olarak andığı- tek gecelik bir ilişkiyle bana hamile kalmıştı. Bütün hayatını çevre meselelerine adamış bir insan olarak, çevre düşmanı bir şirketin üst düzey yöneticisiyle yaşadığı bu ilişkiden ömrü boyunca çok utanacaktı. Ama buna rağmen çevresel ilkelere bağlılığını ispatlayarak bu utancının diyetini ödemesi gerektiğini düşünmüş ve kürtaj yaptırmamıştı. Ama beni her zaman, bu utancının bir anıtı olarak gördü sanırım. Çünkü ona göre ben, olmaması gereken bir şeydim...

Yanlışlıkla su kuyusuna düşmüş bir kediyi kucağına alıp, onu eksiksiz bir şefkatle kuruladığında yüzünde gördüğüm o sıcacık gülümsemeyi bugün bile unutmadım. Ama bir arkadaşının hediyesi olan kot pantolonla top oynarken çamura düştüğümde gözlerinde gördüğüm bakış aynı sıcaklıkta olmamıştı. Bana, tıpkı o gün senin baktığın gibi iğrenerek, ne denli önemsiz biri olduğumu iliklerime kadar hissettirerek ve geride sancılı eziklikler bırakarak bakmıştı ve şöyle demişti; 'Pis çocuk!'...

O beni sevmiyordu. Ve o gün sen de beni sevmemiştin. Ve ikiniz de aynı gözlerle bakmıştınız bana. O an için çözülmesi gereken tek bir soru kalmıştı belki de; anneme duyduğum o derin sevgi hala içimde bir yerde duruyorken, onunla aynı gözleri -tıpatıp aynı gözleri- taşıyan sana karşı ne hissedecektim?

O gün, sen odanın kapısını vurup çıktığında -en alttaki dosya gözlerinden birine istiflediğim 'Crunch'lardan birini çıkartıp yerken- bu soruyu pek düşünmemiştim. Ama şimdi cevabını biliyorum. O gün anlamam gereken bu şeyin, şimdi tam olarak farkındayım.

Çok mu geç? Evet, öyle!

Şu an bulunduğum yerde, tam bu satırları yazmaktayken güneş batıyor. Yanımda ol isterdim. Ya da yalnızca bu manzarayı görmeni...

Lütfen cevap yazma! Ve lütfen yarın ki mektubumu da aynı sabırla oku! Ve şimdilik hoşçakal!

Sinem'e öpücükler...

Gökmen Çakır
Çamlıca Tepesi
Çamlıca/İstanbul

Aşk'ın TercümesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin