yirmi altı

1K 159 100
                                    

annemin yaşadığı zamanlar, ben henüz ilkokula giderken çok içli bir çocuk olduğumu hatırlıyorum.

yoldan geçerken gördüğüm topal bir kediye, bazen yalnız başına yürüyen çok yaşlı bir teyzeye, ağlayan bir çocuğa ve bazen de ezilmiş bir çiçeğe çok içerlenir, eve döndüğüm zaman anneme anlatırdım.

gözlerim dolu dolu anlatır, çünkü farklı bir tepki bilmezdim. içim ezilir gibi olurdu. kendimi tutamaz bazen sessiz sessiz iç dökerdim ve babam bu hassaslığımı hiç sevmezdi.

onun yetiştiği yerlerde hassas erkeklere yer yoktu. o, içkiden başkasını gözü görmeyen, sinirlendiği zaman kırıp döken, alçak sesle konuşmayı bilmeyen bir ailede büyümüş ve belli ki öyle bir aile kurmak istemişti. ama olmamıştı işte. annem çok duygusal, ben çok hassastım ve ikimiz bu soluksuz hayata nefes olalım istemiştik.

annem o uğurda hapse girmişti. renksiz bir hayatta büyütmek istememişti beni. bunun için kendi özgürlüğünden bile vazgeçmişti.

annem öldüğünde uğruna savaştığı her şey yerle bir olmuştu çünkü onu kaybetmek hayatımdaki tüm ışığı, tüm müzikleri, tüm nefesleri ve tüm hisleri kesmişti sanki.

annemi renklerim ve hislerim yüzünden kaybettim sanmıştım. bu yüzden hayatımdan renkleri ve hisleri çıkarmıştım. halbuki o tam tersini istemişti.

sonra, yıllar sonra bir çocuk giriyordu hayatıma ve annemle beraber kaybettiğim tüm o ahenk birden geri dönüyordu. aniden. ansızın kalkıyor ve bir şeyler renklenmiş gibi geliyordu. artık kulaklık bile takmıyordum ama o varken kulağımın ardında hep müzik çalıyordu. göğsümde, dillendirirsem her şeyi yerle bir edeceğimi düşündüğüm hisler yeniden canlanıyor ve ben, anlatırsam onu kaybedeceğim hakkında anlamsız, ama çok kırılgan korkular hissediyordum.

jungkook varken nefes alabiliyordum.

jungkook varken gözüm renkleri seçiyordu. kulaklarım müziğe aşina, göğsüm yeni ve taze hislerle doluyordu.

bunun adını kitaplardan, şarkılardan, filmlerden biliyordum ama ona hissettiğim şeyler üç harflik bir kelimeden daha fazlası gibi geliyordu.

bugün günlerden pazar. 31 aralık. saat on bire ulaşmış.

bir saat sonra yılbaşı. havai fişekler patlayacak ve jungkook beni yarımda öpmeyecek, sanırım.

yutkundum derince. ışıklarım kapalı, balkonda oturuyorken onun balkonunda geziniyordu bakışlarım ve onun da ışıkları kapalıydı. bir yere mi gitti acaba?

ne kadar balkonda oturdum, ne kadar onun balkonunu izledim bilmiyorum ama bir süre sonra, öylesine bir şeyler düşünürken yoldan geçen bir kadının, çocuğuna bir şeyler söylediğini duydum.

"...ama tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar."

sanki bir yerlerden, uzaklardan, ötelerden annemin sesini duyuyor gibi bir hisse kapılmış, bir süre sonra aşağıya bakmış ve kimseyi görememiştim. kimse yoktu. sokak bomboştu.

annem konuşmuştu sanki. bu hisle göğsüm dolup taşacak gibiydi.

bir şeyler söylemek istemişti. bir şeyler anlatmak. ihtiyacım olduğunu anlamış, fark etmiş ve elinden geleni yapmıştı. korktuğum için kaçmadığımı, kaçtığım için korktuğumu söylemişti.

yutkundum. ayağa kalktım ve kafamın içindeki o korkutucu sese kulak vermeyi reddetmeyi seçip askılıkta asılı duran montumu sırtıma geçirdim. hiçbir şey düşünmemeye çalışarak koşarak çıktım evden.

kaçmayacaktım. görsün istemiştim. eğer beni izliyorsa, mutlu bir hayat yaşadığımı görerek mutlu olsun istemiştim.

birkaç dakikada jungkook'un kapısına ulaştım. zili bastım ve hiç beklemeden kapıya vurdum. ama kapıyı jungkook değil, annesi açtı.

christmas, jikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin