''İşte o gün. Ali Kargının, Özcan'a mektup bırakıp uzaklara gittiği ve düşüncelerde onunla olamadığı günler. Ey mahkum olan ve ihanete uğrayanlar, söyleyin bakalım kaç dost kaç dostu tehlikeli bir oyunda bırakıp gider?''
Ali Kargının o gün ve sonrasında yaşadıkları;
Ali kargı o gün biraz geç uyanmıştı. Kendisi gece biraz içmişti ve biraz başı ağırıyordu. O gün hiç beklenmedik bir telefon geldi. Arayan annesiydi. Ali durumu biraz garipseyerek telefonu açtı. Annesi telefonda ağlıyordu. Telefonda ağlayarak; ''Oğlum, baban alkollü araba kullanırken kaza yapmış. Lütfen gel. Burada çok yalnızım ve sana ihtiyacım var.'' dedi. Ali bunu duyduktan yüzü bir anda düştü ve tamam diyerek telefonu kapadı. Alinin ailesi Ankaradaydı. İki taraftan da düşünüyordu. Bir tarafı düşünüyordu, o yolculuk. O dört yüz kilometre boşa geçecek diye. Bir taraftan annesinin acıklı ağlaması onun kalbine dokunmuştu. Her ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın o adam onun babasıydı. Böyle bir durumda yalnız bırakamazdı. Ali hazırlandı ve bir tren bileti almak için dışarı çıktı. Sabah sabah sinirleri bozulmuştu. Çalıştığı iş yerini arayıp durumu izah ettikten sonra tren biletini aldı akşam için. Bir gece yolculuğu onu bekliyordu. Asıl sinirinin bozulduğu mesele Özcan ile bir süre görüşemeyeceğiydi. Çünkü onca geçen alkolik gece ve boş samimiyetsiz suratlardan sıkılmış ve o kadar zaman sonra gerçek bir dost diyebileceği bir dost edinmişti ve kısacık bir zaman görüştükten sonra şimdi gidiyordu. İşte bu onun için zor ve sıkıntılı bir karardı. Şimdi o trene binecek ve aynı samimiyetsiz eden insanları, tıpkı otobüste olduğu gibi sıradanlaşmış tipleri görecekti. Ali sabah sabah meyhaneye gitti. Meyhane hala açıktı ama içeride hiç bir müşteri yoktu. Sadece çalışan barmen ve meyhane sahibi vardı. Tabii ki meyhane Aliyi tanıyordu. Sabah sabah kapılara dayandı ve kapıları tıklattı. Barmen hemen Aliyi tanıdı ve kapıyı açarak; ''Hayırdır Ali abi bu saatte?'' dedi. Ali bir sigara yaktı ve; ''Sinirlerim bozuk aç şu kapıyı barmen kardeş bir şeyler içeyim.'' dedi. Barmen hiç yadırgamadan; ''Buyur gel geç abi.'' dedi. Ali her zaman ki yerine oturdu. Barmen yerine geçti ve; ''Ne istersin abi?'' diye sordu. Ali derin bir nefes alarak; ''Ver bir bardak viski. Buzlu olsun.'' dedi. Barmen hızlıca hazırladı ve masanın önüne koydu. Bu telaş ve sinir bozukluğu barmeni meraklandırdı. Meraklı bir şekilde; ''Hayırdır abi bu saatte gelip viski içmene sebep olacak sinir nedir?'' diye sordu. Ali sigarasından biraz içti ve; ''Sıkıldım artık, bazı durumlar oluyor. Hiç istemeyeceğim şeyler hiç beklenmedik anda olmasından yoruldum. Yani bir bitmedi şu saçma sapan belirsizlikler anında gelen olaylar ve kötülükler. Neden böyle oluyor ya sürekli? Neden hayatım yeni yeni iyi'ye giderken bir anda belirsizlikle birleşmiş bir kötülük olmak zorunda ki. Hayır sanki bu hayatı ben seçmişim gibi hayat üstüme oynuyor adeta. Senelerdir bıktım usandım artık. Kimin bedduasını aldıkta böyle olduk bilmiyorum. Yahu her güzel güne başladığımda saçma sapan bir şeyler oluyor. Şimdi ben dostum Özcan'a ne diyeceğim? Adam çok kırılacak. Ben de kırılıyorum zaten. Güzel bir adam. Yeni tanıştık. Sıkı bir dost olduk. Şimdi ne oldu, ben uzaklara gidiyorum, o da bu İstanbulun sokaklarında yeniden yalnızlığına dönüyor. Allah bilir ne kadar görüşmeyeceğiz. Hem adama ayıp ettim, hem kendi şahsıma. Neyse sabah sabah senin de kafanı şişirdim galiba kusura bakma.''Ali viskisini tekleyip viskinin parasını ödedi ve meyhaneden çıktı. Hızlı ve sinirli adımlarla ilerliyordu evine. Bu duruma şikayet etmekte kesinlikle haklıydı. Bir insanın bu kadar bahtsızlığı olamaz, olmamalı. Bu kadar güzel anların içine edilen belirsizlik ve kötülük olamaz. Şimdi bu adam şikayet etmesin de kimler etsin? Korkuyordu. Korkmakta da haklıydı. Böyle bir dostluğun daha şimdiden zedelenmesinden, yaralanmasından korkuyordu. Ali sokakların arasında insanların omzuna yanlışlıkla(kesinlikle yanlışlıkla) vurarak ilerliyordu. Eve vardı. Sürekli oflayıp duruyordu. Telefonunu çıkardı ve annesini aradı. Annesi telefonu açtı ağlayarak ve annesine; ''Ağlama, akşama geleceğim. Gece orada olurum.'' dedi ve kapattı. Ali eşyalarını hazırladı. İçinde ki bu sinir ve sıkılmışlık geçmiyordu. Bir yandan da her şeye rağmen üzülüyordu, babası için üzülüyordu. Üzülmesinin en büyük sebeplerinden biri en azından onun üzüleceği bir anne babası vardı. Ama Özcan'ın yoktu. İşte bu durumu düşünüyor ve bu durum onu daha da yaralıyordu. Bir yandanda babasının öz evladına söylediği o ağır sözler aklına geliyor, sinirleniyordu. Ali öylece Özcan'ı habersiz bırakıp gidemezdi. Ama buluşup'ta anlatmak istemiyordu. O yüzden ona bir mektup bırakacaktı. Buna mecburdu. Çünkü anlatacak vakti yoktu. Zaten yaşanan durum canını sıkıyordu, bir de Özcan'a anlatarak onun da canını sıkmak istemiyordu. Aslında biliyordu Özcan bu olayı anlayışla karşılardı. Ama bu durumu İstanbula geri döndüğünde konuşmak istiyordu. Şimdi de bu mektup üzerine düşünmeye başlamıştı. Ne yazacağını bir türlü bulamadı. Ama düşündü, taşındı ve araya edebiyat sözcükleri felsefe aklı sokmadan sıradan ve sade bir mektup yazmak istedi. Onun için en doğrusu buydu. Şimdi mektuba o uzaklaşma sözlerini yazarken hem felsefe hem edebiyat hem dostluğu daha derinden katsaydı Özcan'ın başı iyice ağıracaktı. Ali mektubunu yazdı, akşam oluyordu artık yavaş yavaş.
Mektubu Özcan'a yolladı ve tren istasyonuna geldi. Yanına bir kaç kitap almıştı yolculukta okumak için. Üstünde ise siyah düğmeli ve yakalı bir ceket vardı. Aylardır giymediği siyah şapkasını da giymişti ve kahverengi botları ile şık bir tarzı vardı. Çoğu insan ona bir kaç saniyeliğine bakıyor ve onu süzüyordu. Beklerken kırk beş yaşlarında bir adam geldi yanına ve; ''Pardon genç, ateşin var mı?'' diye sordu. Ali kendi kendine ''Başka ateş isteyecek kişi yoktu ya burada.'' diyordu. Hiç bir şey söylemeden çakmağını çıkarttı ve adama uzattı. Adam sigarasını yaktı ve biraz güldükten sonra; ''Ankara güzel şehirdir.'' dedi. Ali ona dönerek; ''İstanbuldan da güzel midir dayı?'' dedi. Adam yavaş yavaş sigarasını içerek; ''Bilemem. Ama güzel şehir.'' dedi. Ali içinden sürekli sabır çekip duruyordu. Tren geldi ve trene bindi. Masasına sakince oturdu. Şansına orada küsmüştü. Çünkü tam karşısında kendisini çok zekiymiş gibi gösteren bir adam oturuyordu. Üstüne bir de şal giymişti. Gerçekten komik görünüyordu. Tabii ki kimseyi dış giyimi ile yargılamıyoruz ama Alinin komiğine gitmişti. Bu tarz insanlar bin yıllardır vardı ve var olacaktı. Alinin korktuğu şey adamın ona felsefik bir konuşma ile saçma sapan sorular sormasıydı. Ve bir kez daha şansına küsmüştü çünkü kulaklığını unutmuştu. Ali yanında ki Platon'un Devlet kitabını çıkardı. Bir süre zaman geçtikten sonra hiç istemeyeceği o olay gerçekleşmeye başlamıştı. Okuduğu devlet kitabı adamın merakını çekmişti ve adam Ali'ye bakarak; ''Devlet, güzel kitaptır. Sokratesin düşünceleri bence gayet olumlu bir yaklaşım. Platon bunu gayet yerinde ve net anlatmış.'' dedi. Ali gözlerini iki saniyeliğine kapadı. Şimdi şöyle bir durumda gece gece politik konuşma mı yapacaktı? İçten derin bir nefes aldı. Ne kadar istemese de, o his onu çekiyordu ve; ''Doğru, güzel kitaptır. Sokratesin olumlu düşünceleri de var. Ama Platon için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onun devlet görüşü pek te olumlu değil.'' dedi. Alinin böyle demesi üzerine adam daha da meraklandı ve ; ''Nasıl yani?'' diye sordu. Ali cevapladı; ''Yani Platonun ideal bir devlet yapısı ve bir adaleti savunması iyi bir düşünce. Ama devleti biyolojik ve doğal olarak kurulan bir organizma olarak görmesi gereksiz bir düşünce gibi. Çünkü devlet zaten insanların kendi iradeleri ile kurulmaz aslında. Çünkü bu iradeye sahip olan insanların Devleti kurmak için ideoloji ve fikirleri olmalıdır. Bu zamana kadar hiç bir devlet kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Bundan bin sene önce de doğa da yaşayan bir toplulukta bir adet ortaya fikirler attı ve devlet kurdu. Şimdi de bir çok toplumda bir grup ortaya çıkarak. Fikirler ve ideolojilerin alış ve veriş tarışmasından sonra bir irade edinerek kurarlar devleti. İşte bu yüzden du düşünce saçma.'' dedi. Adam şaşırdı. Çünkü kendisi Aliden büyüktü ve bu kadar iyi anlatan birini görünce şaşırmıştı ve; ''Haklısın, ama zaten Platon'a göre her zaman insan bir varlık olarak anılmıştır. Devleti de kendiliğinden oluştuğu savunması gayet normal. Çünkü o insanları insan diyebileceğimiz kısma değil bir varlık kısmına almıştır.'' dedi. Ali böyle bir cevap alınca şaşırdı. Ön yargılı yaklaşmanın bedelini iliklerine kadar hissetmişti. Çünkü adamın ilk söylediği söz saçmalıktı. Adam Sokratesin düşüncesinin olumlu olduğu söylüyordu. Ama zaten bu düşünceleri devlet kitabına yazan Platon'du ve Platon, Sokratesin öğrencisiydi ve devlet onun görüşlerini ve fikirlerini anlatıyordu. Ama böyle bir cevap aldıktan sonra o ön yargı bedelini hissetmişti. Ali konuşmaya devam etti ve; ''Zaten böyle kişiler her zaman insanları bir varlık olarak görmüştür. Benim de bazen bir varlık olarak gördüğüm oluyor. Ama bu adamlar, bu varlık manasını abartıyor ve ortaya böyle şeyler çıkıyor.'' dedi. Adam hiç bir cevap vermedi ve yolculuk öylece geçip gitti. Ali trenden adamla birlikte indi. Adam ona dönerek; ''Güzel sohbetti.'' dedi. Sanki bütün yolculuk boyunca sohbet etmiş ve tartışmışlar gibi. Ali, annesini arayarak hastane'nin yerini öğrendi ve bir taksi çağırdı.Taksiye bindi ve yolculuğuna devam etti. Araba da içilmiş sigara kokusu, saçma sapan resimler. Nazar boncuğu vesaire tam bir türk toplumu ile özdeşmiş bir araba olduğunu anladı. Zaten çok farklı bir şey beklemiyordu. Sıradan bir türk arabasının içi ve sıradan bir türk taksicisi. O kısık ses ile çalan arabesk müzik. Tamamen her şey türklüktü arabanın içinde. On dakika yolculuktan sonra hastaneye vardı. Annesinin yanına gitti. Annesinin gözlerinde ki yaşlar yeni kurumuştu. Babası yoğun bakımdaydı. Annesi onu görünce ağlamaya başladı ve sarıldı. Ali de sarıldı. Ali annesini öyle görünce iyice morali ve bütün keyfi bozulmuştu. Sinirin yerini hüzün kaplamış ve boğmuştu. Ali ellerini annesinin yanaklarına koydu ve; ''Sakin ol, ağlama geçecek. Hiç bir şey olmayacak, sigara içip geliyorum.'' dedi. Hızlıca hastaneden çıktı ve biraz öksürdü. Adeta nefesi boğazına takılmıştı. Bir sigara yaktı. Gözünden yaş gelmişti. Kafasını yukarıya kaldırdı. Çaresizlik içinde beklemeye başladı. Adeta o çaresizlik ile boğuluyordu. İçtiği her sigara dumanı bu çaresizliği arttırıyordu. Yapabileceği tek şey, beklemekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İHANET
General FictionYetimhane de büyüyen bir adam, Aile şiddeti gören başka bir adam. Ve bir kadın.. Birbirlerine koşulsuz güvenen iki sağlam dost, birinde hırçın bir kalem, diğerinde dolu bir kitap. Farklı görüşler, farklı ideolojiler, tek birlik. En fazla neler olabi...