''Asıl mesele neydi? Asıl mesele sevmek midir? Asıl mesele sevilmek midir? Para mıdır? Nedir bu hayatta Asıl Mesele? İnsanoğlunun varoluşsal dediğimiz asıl meselesi nedir? Tarih boyunca binlerce düşünür gelip geçmiş, hangisi nasıl düşündü acaba bu asıl mesele olayını. Bir söz vardır ya.. Mesele şu değildir, asıl mesele.. Ne ama Ne? İşte o boşluğu tek başıma dolduramam, Ali Kargıya ihtiyacım var. Belki Melis ile de konuşurum.''
Özcan baş ağrısı ile uyandı. Uzun süreden sonra ilk defa bir baş ağrısı ile uyanıyordu. Kafasının içinde ki beyin hücrelerine ağrı girmişti. Yoğun bir meyhane gecesinden çıkmıştı Özcan. Saate baktığında saat dokuz buçuktu. İşe geç kalmıştı. İşe geç kaldığının farkına varmakla beraber acele bir telaş ile hazırlanmaya başladı. İşe geç kalmak onun için riskli bir hareketti çünkü çoğu zaman geç kalıyordu. Mantıksal olarak geçinebilmesini sağlayan tek şey işiydi. Onu kaybedemezdi. Bu kadar sahteliğin arasında bir de işsiz kalırsa hayat onun için daha da zor olacaktı. Zaten zordu, bir de daha da zorlaşmasaydı. Özcan telaşla hazırlandı. Sanki asker koğuşunda gibi bir dakika da hazırlanmıştı. Hızlıca evden dışarıya adımını attı. Güneş artık doğmuş ve tepeye doğru ilerliyordu. Seri adımlar ile otobüs durağına doğru yürüyordu. Aslında Özcan zamanla böyle olayları düşünebiliyordu. Her sabah belirli bir saatte sırf birilerinin cebine daha fazla para koyabilmek uğruna. Zenginleri daha zengin, fakirleri ise daha mahkum bırakmak. Şu olanlara bak, etraf Zenginlerin oluşturduğu çerçevede dönüyor adeta. Ulan sanki tek o mu koşuyor o otobüse? Tek o mu giriyor o kapılardan içeri? Nereden ne hale geldik baksana, bazıları geçmişi neden özlüyor ki? Geçmiş geçmişte kalmadı mı yoksa? Geçmişimiz daha mı güzeldi? Bunları sorgulayacak ve tartışacak daha çok vaktimiz var lütfen konumuza dönelim. Özcan şanslı olmalı ki otobüs durağına vardığında otobüs gelmişti. Yürürken giydiği kahverengi, ipleri artık o renklerden arınmış botlarının bağcığının çözüldüğünü gördü. İşi gücü yok bir de bununla mı uğraşacaktı? Buna mecburdu. Özcan otobüse bindi. Çok geçmeden anlamıştı asıl ölen zamanın burada geçtiğini. Çünkü onun için saklanan maskeler aslında Otobüste inerdi. Türlü türlü insan. Şu sol tarafta oturan adama baksana. Bu havada acayip şekilde giyinmiş, elinde de suç ve ceza. Komik değil mi? Allah bilir kaç sayfasını okudu ki? Ne anladı ki okuduğundan? Bir de şu köşede ayakta kalmış genç çocuğun çaresizliğine bak. Üstünde belki de ailesinin verdiği son harçlık ile alınmış gri renkli bir haki mont. Belli ki senelerce üstünde. Cepleri artık eskimiş. Kollarında grilikten geriye hiç bir şey kalmamış montun. Elinde de eski bir telefon ve kulağında müzik çalar. Neler dinliyor acaba? Asıl mesele bu muydu ki? Otobüste ki herkesin elinde nerdeyse bir telefon var. Neler oluyor yahu? Çağımızdan iyice öteye mi gitmeye başladık? Aslında burada ki asıl mesele herkesin elinde bir şey olması değil. İnsanların o şeyle bu zamanı öldürebilmesi. Mesele bu işte. Zaman öldürebilmek. Ama bu çok ağır bir konu. Her şey ile zaman öldürülebilir veya öyle zannedilebilir. Sayabileceğimiz bir çok aktivite bunun üzerine geliştirilmiştir ve bilimsel açıklaması vardır. Sahiden bilimsel dediğimiz mevzu nedir ki? Bu kadar insan, şöyle bir boşluk olan yerde nasıl becerebiliyor böyle zaman öldürebilmeyi? Onları çeken şey ne? Bu zamandan ayırabilen bir şey olmalı o telefonların içinde. Özcan etrafında ki insanlara baka baka zamanını öldürmüştü. Varacağı durağa gelmişti bile. Bak, ben demedim mi zaman her şey ile öldürülebilir diye. Hiç anlamadı bile bu zamanı nasıl öldürdüğünü. Zamanın kıymeti bilinmiyor ve günümüzde git gide artıyor bu kıymet bilinmeyen tavırlar.
Özcan için bu günler artık sıradandı. Sürekli böyle otobüste her gün aynı türden insanları görmek, yüzlerin arkasında saklanan maskelerin aslında bu kadar basit olduğunu görmek. Şayet ne olursa olsun, Özcan her gün bu insanları görmeye devam edecek. Her gün o suç ve ceza kitabını eline alarak sadece 2 sayfa okuyan ve kendisini çok bilge ve derin gösteren adam. Her sabah elinde bir kahve ile otobüse binen ve o pencereden uzaklara baktığında başka düşüncelere dalan adam. Her sabah aynı köşede ayakta kalmayı artık sevmeye başlayan ve sürekli müzik çalarında o sessiz ve sakin müzikleri dinleyen ve o kollarında gri renginden başka her türlü renge bürünmüş o haki montunun cebinde yirmi lirası olan genç. Ve daha nicesi. Asıl meseleyi nasıl düşünebiliriz? Asıl mesele bizim zamanı nasıl değerlendiğimiz değil de, asıl mesele acaba bizim zamanın nasıl kıymetini bilmediğimiz meselesi olabilir mi? Bu asıl mesele kavramı kaç kılıfa daha uydurulabilir. Kaç konuya daha mahal olabilecek kadar güçlü bu asıl mesele? Felsefi görüşler, dini inançlar, edebi tarih ve gelecek. Her türlü kılıfa bir şekilde uydurulabilir. Ama önemli olan bunları tartışabilecek bir iradeye sahip olmamız. Binlerce insan böyle derin şeyler ile kafa yormaz. Çünkü o insanlar böyle şeylerin derinliğini anlamayacak kadar derine inmemiştir. İnse bile o derinliğinin anlamını ve manasını anlayamamıştır. Özcan için sıradan bir gün geçti. Her gün olduğu gibi. Akşam vakti, yine aynı otobüse bindi. Aslında akşamları da çok değişen bir şey yoktu. İnsanların o iş yorgunluğu suratlarına vuruyordu. Sabah o kitap ile binen adam. Şimdi elinde kitabı tutmuş gözleri kapanıyordu. Köşede sürekli ayakta kalmayı seven genç ise, kulağında o müzik çalar ile direğe yaslanmış bir şekilde uyukluyordu. Ne oldu kahve içen adama? Ayakta tutardı ya hani kahve. Hiçte öyle bir şey olmadı. O pencerelere bakarken uyuya kaldı. Özcan otobüsten indi. Akşamları aslında yürüdüğü sokak güzel oluyordu. Teker teker belli bir saat gelince yanan o sokak lambaları. O botlar ile ıslanmış kaldırımlarda yürümek ve o su birikintisinin üstüne bile bile basarak geçmek çok zevkliydi. Anın tadı buydu işte be. Özcan bir sigara yaktı, yavaş yavaş dumanı içine çekti ve üfledi. Aklına yürürken dün yaşadıkları gelmişti. O kız, evet evet o kız. O kız sanki normallikten başkaydı. Her gün gördüğü bu sıradan insanlardan başkaydı o kız. Adı neydi? Melis galiba. Evet evet Melis Avcı. Böyle bir isme ilginç bir soy adı. O kız Özcan'ın kafasını karıştırmıştı anlattıkları ile konuştukları ile. Nereden biliyordu lan bu kız böyle mahkum edilme konularını? Gel de bir de buna takıl şimdi. Özcan o meyhaneye tıpış tıpış gidecekti. Biliyordu kendinden gideceğini. Özcan evine vardı. Evin yanı başında komşusu Halide hanımı gördü. Halide hanım onu görünce içinde biriktirdiği meraklılık ile sordu; ''Günün nasıl geçti genç adam?'' Özcan üstünde ki birazcık yorgunluğu ile çok net bir cevap verdi; ''Klasik.'' dedi ve daha fazla bir şey söylemeden içeriye girdi ve hazırlandı. Şuan da adeta kendi ile gidip gitmeme savaşı veriyordu. Bir tarafı hadi gel gidelim, hem böyle bir günün üstüne iyi gelir biraz konuşmak. Ne konuşacağız ki? Hangi derdimi anlatabilirim ki? Zaten Ali'de ortalıkta yok. Boş verelim gitmeyelim bir gece de ne olacak? Ne kaybederiz ki? Diğer tarafı ise buna karşı çıkıyordu. Ne demek ne kaybederiz? Ne yapalım yani gitmeyelim de bu dört duvar ve pencerelerin arkasında illa ki bu kitaplarla beraber ölelim mi dertten tasadan? Ne olmuş yani birazcık konuşabilsek. Evet Ali burada değil, ama belki de o kız iyi gelir bize konuşmak için. Her gece gidiyoruz çünkü güzel bir sebebi var gitmek için. En azından ufak bir saatimiz de şu kafamızın içindekileri dağıtıp boşaltalım çok mu yani bu? Bırak şimdi bu dört duvarı. Hadi gel gidelim. Özcan bu iki taraf arasında kararsızlıkla uzun uzun düşündü ve en sonunda gitmeye karar verdi. Siyah ve kalın bir keten giyindi ve yine sabah giydiği o renklerden bürünmüş botlarını. Dışarıya çıktı ve yolu meyhaneye doğru yürümeye başladı. Yürürken her zamanki gibi o sigarasını yaktı. Ara sıra Halide hanımın dediklerini aklına geliyordu. İçme bu zıkkımı dediği sözleri. Haklıydı, kendine zarardı sadece. Ama yapacak bir şey yok ki, yaşadığı bu hayat böyle şeylere sürüklemeye mahkum bırakmıştı onu. Sigarasını içerek ve yavaş yavaş yürüyerek vardı Meyhaneye. Kapıdan içeri girdi ve yine sıradan klişe. Her akşam meyhaneye gelen aynı insanlar. Meyhanenin sol köşesinde tekli sandalyede oturan özgür abi. Saçları kır rengine dönmeye başlamış yavaştan. Onunla konuşacak kadar güçlü değiliz henüz. O bizden daha iyi bilir. Bar kısmına yakın ve sağ arkada oturan o dörtlü genç grubu. Ama bir hataları vardı. Her gün sarhoş çıkıyorlardı. Çünkü onlar, içkinin değerini ve kıymetini bilmeden içiyorlardı. Kendi sarhoşluk noktalarını belirleyemeden içiyorlardı. İçmeyi bile doğru düzgün beceremiyorlardı. Kafaları sürekli başka yerlerdeydi. Gerçi hoş, bu aralar böyle saçma bir mantık düşüncesi çok. Hızlı yaşayalım hızlı ölelim. Böyle düşünen insanlar aslında çok acizler. Yahu bu nasıl bir sözdür ki böyle? Hızlı yaşamak ve hızlı ölmek. Peki insan hiç mi merak etmez geride bıraktığı yılları? Hiç mi düşünmez ileride ne yaşayacağını? İşte bu tamamen bir acizliktir. Sanki meteor düşmüş kafasına da bunları söyleyebiliyor. Ve işte o iki kişilik masada o kızı gördü Özcan. Hızlıca her zaman ki votkasından aldı ve yanına oturdu. Melis'in başında içkisi vardı. Öylece oturuyordu. Özcan yüzünde bir gülümseme ile oturdu karşısına. Ona bakarak; ''Ne oldu? Bu akşam öyle sahneye çıkıp bağırmalar yok mu?'' dedi. Melis'in yüz tavırları belli ediyordu yorgunluğunu ve aynı tebessüm ile cevap verdi; ''Henüz sahneye çıkabilecek kadar içmedim.'' dedi. Özcan çok lafı uzatmadan konuya girmeyi düşünüyordu. Dayanamadı ve söyledi; ''Sabahtan beri aklımı karıştıran bir konu var. Ve bu derinliği anlayabilecek tek insan sensin.'' dedi. Melis meraklandı ve sordu; ''Nedir bu derin konu?'' dedi. Özcan yaklaştı ve ellerini masanın üstüne koydu. Derin bir nefes alarak sordu; ''Ya bu asıl mesele denilen şey nedir?'' dedi. Melis biraz doğrularak ve geri çekilerek cevap verdi; ''Oha yani gerçekten. Daha çok erken. Sen sorarken bile derinliğini anladım. Bilmem ki, neyin asıl meselesi? Bir adet meselemiz var evet. Ama asıl meselemiz ne? Bunu bilmek için çok bilge olmak mı lazım? Bilmiyorum.'' dedi.
Özcan da aynı şekilde gerilmişti. Bu konu git gide derinleşecekti. Ve sohbete o bombayı düşürdü. ''Asıl mesele neydi ki zaten bu hayatta? Sevmemiz miydi, sevilmemiz miydi? Yalnızlık ile bütünleşerek kaybolmak mıdır asıl mesele? Yoksa yalnızlığı çok sevip onunla yaşamak mıdır asıl mesele? Hayatımızın sonuna kadar zengin yaşamak mıdır asıl mesele? Veya bütün hayatımızı sıradanlaştırılmış bir şekilde yaşamak mıdır? Otobüste her gün aynı insanların aynı geçen zamanı öldürdüğünü görmek midir? Veyahut bu zamanı nasıl öldüreceğini öğrenmek midir?''
Melis aynı şekilde uzun bir nefes alarak ve iç çekerek cevapladı; ''İşte bunları öğrenmek için yaşamayı öğrenmek lazım. Aslında biliyor musun, bu çok kafaya takılacak kadar değerli bir konu. Ama belki de çözümlenemez. Veya biz öyle zannederiz. Otobüste, sokakta, dükkanlarda her gün aynı kişileri görmek. Bundan şuan sıradanlaştırılmış bir hayat sonucu çıkartabiliriz ortaya. Veya bir gün dünyanın her yerini gezme şansımız olursa. Aslında bize sıradan gelen şeylerin basitliğinin ne kadar daha basit olabileceğini de görebiliriz. Asıl mesele yaşamayı mı öğrenmek? Yoksa hiç yaşamamış gibi mi yaşamak?''
Özcan içkisinden bir yudum aldı ve sigarasını yaktı. Önce sordu; ''İster misin?'' diye. Melis elini kaldırarak cevap verdi; ''Yok kalsın, ben kullanmam, sen neden kullanıyorsun?'' dedi. Özcan bir duman aldı ve cevap verdi; ''Hayatın mahkum bıraktığı en ala daniskası işte. Her neyse, bu arada dediğin bir kısım yanlış.'' Melis içkisinden biraz içti ve cevap verdi; ''Neresi yanlışmış?'' dedi. Özcan iç çekerek cevapladı; ''Dedin ya hani, şuan da yaşadığımız hayata bakarsak sıradanlaştırılmış bir hayat diyebiliriz diye. İşte o kısım yanlış, nereden biliyoruz ki. Gelecek günlere saygısızlık değil mi bu ifade? Nereden biliyoruz yarın bir bomba patlamayacağını? Büyük bir savaş çıkmayacağını veya büyük bir salgın çıkmayacağını? İşte bu yaptığın, gelecek günlere ve gelecekte ölecek zaman algısına bir saygısızlıktır.'' Melis aslında Özcan'ın bu dediklerine hak vermişti biraz düşünerek. Böyle demek Özcan'ın da dediği gibi gelecek günlere saygısızlıktı. Melis içkisinden biraz daha içmişti. Bardağı bitmişti. Yenisini istedi. Ve Özcan'a dönerek; ''Bak aslında haklısın. Şimdiden dediğim bu kelime için özür diliyorum. Asıl meseleyi orada yanlış tanımladım. Gerçi hoş, biz yanlış tanımlasak ne tanımlamasak ne? Asıl meseleyi çözemedikten sonra.'' Özcan gülerek cevap verdi; Ali olsa cevaplamıştı biliyor musun.'' Melis aynı şaşkınlık ile sordu; ''Ali de kim?'' dedi. Özcan kafasını sağa çevirdi. Canı sıkılmıştı. ''Boş ver. tanırsın elbet.'' dedi ve konuya devam etti; ''Asıl mesele mutlak bilgelik mi sence? Her şeyi bilmek? Gerçekleri öğrenebilmek mi asıl mesele? Aslında bu dediğime ben bile inanmadım. İyice saçmaladım şuan. Neyin gerçeği? Tamam insan iradesi var ama bu kadar da kuvvetli olması imkansız?'' Melis cevap verdi; Peki asıl mesele ya imkansızları başarabilmekse? Gerçi bu da yalan dolan. Hiç bir şey imkansız değil aslında. İmkansız diye bir tabir çok saçma değil mi ya? İnsanlar inanmadıkları şeylere imkansız diyor. Oysa ki başarabileceğine inanabilen insanlar onu imkanlı hale getirebiliyor. İmkansızlıklar sadece zayıfların işidir. Güçlü insanlar ise İmkansız diye bir tabir kullanmaz. Haklı mıyım?'' dedi. Özcan ise Melis'in bu dediklerine şaşırmıştı. Çok güzel konuşmuştu çünkü. Özcan sigarasını bitirip küllüğe bıraktıktan sonra cevapladı; Çok güzel konuştun şimdi. Doğru, bu da benim bir hatam oldu. Bir şeye imkansız demek. Peki ya ne bu Asıl Mesele? Aşk? Para? Sağlık? bunlar zaten temel de. Ama başka ne olabilir ki asıl mesele? Varoluşsal bir amacın içinde kendini bulmak mıdır? Yoksa kayboluşun içinde derin ve karanlıkların içine daha da düşmek midir? Bir kadına ömrünü verebilecek kadar inanmak ve ona aşık olmak mıdır? Yoksa az öncede dediğim gibi hayatının sonuna kadar yaşayabileceğin bir para mıdır? Sahiden Asıl Mesele bunlardan hangisi?'' dedi. Melis yine kısa bir düşünceye daldı ve cevapladı; ''Bence asıl mesele bunları aynı anda yürütebilmektir.'' Özcan şaşırarak cevap verdi; ''İyi de bu dediklerini nasıl aynı anda yürütebiliriz? Misal asıl mesele aşk ise bunu nasıl para ile yürütebiliriz?'' dedi. Melis ise Özcan'ın gözlerinin içine baktı. ''Aşk başka bir şey canım. Şimdi olayımız o değil, Asıl mesele de o değil. Zaten o olsa sabaha kadar bitmez. Anlatamayız da. Hep ben söylüyorum. Sen söyle bakalım, asıl mesele sana göre ne? Veya asıl mesele sahiden neydi?''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İHANET
Ficción GeneralYetimhane de büyüyen bir adam, Aile şiddeti gören başka bir adam. Ve bir kadın.. Birbirlerine koşulsuz güvenen iki sağlam dost, birinde hırçın bir kalem, diğerinde dolu bir kitap. Farklı görüşler, farklı ideolojiler, tek birlik. En fazla neler olabi...