on dört,

369 50 81
                                    

sunghoon kafetaryada oturmuş, arkadaşlarının derslerinin bitmesini bekleyip telefonunda takılıyorken aniden gözlerini kapatan ellerle ne olduğunu anlayamaz gibi kaşlarını çatmıştı. ellerini hızla gözünün üstünde duran ellere götürmüş ve yumuşak ancak kemikli tende parmaklarını usulca gezdirmişti. kim olduğunu elbette anlamıştı, burnuna dolan tanıdık koku da tahmin ettiği kişi olduğunu kanıtlar nitelikteydi zaten. dudaklarını çarpık bir gülümseme kaplarken ses tonuna bunu yansıtmamaya çalışarak konuştu.

"bebeğim?" tamam, bu kesinlikle sunghoon'un söylemeyi beklediği şey değildi. jake, demek istemişti, kesinlikle. ağzından bir anda bebeğim sözcüğünün fırlaması onun da birkaç saniyeliğine duraksamasına neden olurken gözlerinin üstünde dinlenen eller anında geri çekilmiş, somurttuğu ses tonundan bile fark edilen jake konuşmaya başlamıştı. "başkasını bekliyordun sanırım." huysuz bir tonlamayla söylediği cümleyle sunghoon ayağa kalkarak arkasını dönüp jake'e baktı fakat yüzünü görememişti. zira yüzünü görmeden surat astığına emin olduğu oğlan arkasını dönmüş, öylece bekliyordu. bol hırkasının şapkası başını örtüyordu.

"onu nereden çıkardın şimdi?"

"bebeğim dedin ya. jungwon'u falan mı bekliyordun?"

o mesele. anlaşılan jake, sunghoon'un ona jungwon olduğunu sanıp bebeğim yazdığını unutmamıştı.

"hayır, sen olduğunu biliyordum zaten."

"bebeğim dedin ama?"

"öylesin de ondan. jake yüzüme bakar mısın? niye arkan dönük konuşuyoruz biz?"

jake birkaç saniye elleriyle oynadıktan sonra sunghoon'a döndü ve utangaç bir şekilde hafifçe gülümsedi. "çünkü... saçlarım.." diye mırıldandı etrafa salak salak bakışlar atarken. sunghoon gördüğü manzara karşısında şokla kalakalırken aralarındaki mesafeyi tamamen kapatarak yanına ulaştı ve hırkasının şapkasını indirdi. az önce sadece ufak bir kısmını gördüğü saçların tamamıyla karşılaştığında dudakları hafifçe aralanmış ve söyleyecek hiçbir şey bulamayarak yavaşça geri kapanmıştı.

"nasıl olmuş?" diye sordu heyecanla jake, sunghoon'un ellerinden biri saçlarına tırmanırken. zarif eller sarı saçları dikkatle okşamaya başladığında jake gözlerini kapatmamak için direndi. sunghoon'un gözleri onun saçlarından bir saniye bile ayrılmazken jake'in bakışlarıysa tepkisini ölçebilmek adına tamamen onun yüzündeydi.

"peri gibisin."

sunghoon sonunda konuşmak gibi bir yetisi olduğunu fark ettiğinde zar zor iki kelime sarf edebildi. verebileceği tüm tepkiler beyninden bir anda silinip gittiğinden başka ne söyleyebilirdi hiçbir fikri yoktu. sadece sarıydı, aptal bir sarı. nasıl lügatındaki tüm kelimeleri öylece unutturabilirdi? sunghoon ciddi bir konu olduğunda –ki ona göre şu an bakışlarını alamadığı sarı saçlardan daha ciddi bir konu yoktu– tüm bildiği kelimeleri unutan biriydi zaten ama şu an sözcüğün tam anlamıyla lâl olmuştu. ne diyebilirdi? şu an söyleyeceği her şey yetersiz kalacakmış gibi geliyordu.

"ne? peri gibi miyim?" jake kaşlarını çatarak sorduğunda cidden şaşırmış gibiydi. sunghoon'un ne demek istediği hakkında en ufak bir fikri olmaması şu yana dursun beyaz tenli oğlanın yüz ifadesi de ona en ufak ipucu vermiyordu şu an. öylece kitlenmişti resmen. jake bundan ne çıkarması gerektiğini gerçekten bilmiyordu ama böyle bir durumda herkesin yapacağı gibi kötü düşünerek sunghoon'un onun saçlarını berbat falan bulduğunu düşündü. moralsiz bir şekilde sunghoon'un elini saçlarından ittiğinde hızlıca şapkayı geri örttü.

livin' in a dream, jakehoonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin