1. BÖLÜM
SAVAŞ MI BAŞLANGIÇ MI?
LİVA'NIN ANLATIMIYLA
Odamın penceresinden içeri sızan güneşin ışığı ile gözlerimi araladım. Saat erken olmalıydı ki güneş tepeye yeni çıkıyordu, gün doğumunu izlemek için hızlı adımlarla yatağımın karşısındaki pencerenin önüne dikildim. Camdan dışarı bakarken arka bahçede talim yapan askerleri gördüm. Pencerenin önünden ayrılırken kapımın tıklatılmasıyla bir an yerimden sıçradım. "Günaydın Majesteleri bende sizi uyandırmak için gelmiştim" gelen Elonaray'dı çocukluğumdan beri benimle ilgilenir, her işimi hallederdi. "Teşekkür ederim Elonaray kahvaltımı bugün erken hazırlatabilir misin?" bugün benim için önemli bir gün olacaktı babamın krallığına yani artık ağabeyim Yalım'ın krallığına gidecektim bugün taç giyme töreni vardı ve ben bunu kaçıramazdım. Aynı zamanda Gökçe'yi yanıma almayı planlıyordum, anne ve babamın vefatından sonra o sarayda kalmasına göz yumamazdım.Balkonda kahvaltımı bitirdikten sonra hazırlandım ve Katalan Krallığı adına Akolya Krallığına tebrik için hazırlanan altın sandığını kontrol ederek yola çıktım.
3 GÜN SONRA
Akolya Krallığında taç giyme töreni sonrası Akolyalı'lar hükümdarları Yalım sayesinde büyük bir ziyafet çekiyorlardı. Son yüzyılın en iyi hükümdarı olmuştu Yalım. Daren'in ölümü üzere krallık baskıdan, sefaletten ve ayrımcılıktan kurtulmuştu. Artık erkekler ve kadınlar eşitti. Yalım'ın en büyük amacı olan savaşçı kadınlar yetişiyordu. Bu krallıkta kimse savunmasız büyümeyecek, çocuk yaşta eğitimleri verilecekti.
Akşam olup havanın kararması ile birlikte çoğu misafir ülkesine dönmüştü. Sarayda Katalan Krallığı ve Japunlar konuk ediliyordu. Ve artık hediyelere gelmişti sıra, Yalım tahtında oturuyor ve krallığı için getirilen hediyelerin açılmasını izliyordu. Son hediyeyi açmadan önce küçük kız kardeşinin ona ne armağan ettiğini merak etti ve açmak için tahtından kalktı. Sandık özenle süslenmiş ve paketlenmişti. Kilidi yavaşça çevirdi ve sandığın kapağını kaldırdı sandıkta gördüğü şey ile nutku tutulmuştu. Kız kardeşi ona nasıl böyle bir şey armağan edebilirdi, bu nasıl olmuştu, o asla cesaret edemezdi böyle bir kötülüğe, Liva; masum, saf, temiz bir kraliçe idi. Ağabeyi daha fazla dayanamadı ve sandığın kapağını kapattı çok sinirliydi bu siniri kız kardeşine değil onun hain, akıllanmaz, bencil kocasınaydı. Yalım kükrercesine bağırıyordu "Çabuk bana Bertuğ'yu bulun ve buraya getirin o haini." Kardeşinin böyle bir şey yapmayacağına adı gibi emindi ama onun dışında herkesten her şeyi beklerdi özelliklede Bertuğ'dan.
Saray 2 saattir sessizlik yemini etmişti, hiç kimseden ses çıkmıyordu aslında hikâyenin başlangıcı da bundan sonrasıydı. Birçok oda ve o odaların kapıları, o kapıların ardındaki hayatlar, canlar herkesin farklı bir yaşamı vardı. Bazıları prens, prenses iken bazıları kral ve kraliçe idi. Bazıları da kendisine verilen hayatı yaşayan sıradan insanlarla doluydu ama hepsi bir arada güzeldi aynı siyah ve beyaz, güneş ve ay, yin ve yang gibi.
Saraydaki bir kapının arkasında can bedeni terk ediyor, bir kapısında sessiz bir gece geçiyor, son kapı ve içlerinde en güzeli Gökçe'nin odası oluyor. Gökçe'nin uyumamak için dadısına zor etmesi ve onun klasik "Uyumazsan büyüyemezsin" adlı kısa konuşması ile Gökçe'nin odadan fırlaması bir oluyor.
Küçük kız koridor boyu koşuyor avlu kapısını arıyor aynı zamanda dadısını da koşturuyor. Dadısına izini kaybettirmek isteyen Gökçe, hiç görmediği bir merdivenden aşağı iniyor uzun, karanlık ve bir o kadar korkutucu bir tünelde ilerliyor. Elleri gecenin soğuğundan donmuş bir vaziyette, en sonunda yolunu aydınlatan bir meşale çıkıyor önüne, seviniyor küçük prenses " İşte buldum yolu sonunda! Burada."
Meşaleleri takip ediyor ama yol git gide daralıyor küçük prensesin önüne sonunda 2 kapı çıkıyor bu iki kapıdan biri onun çıkış kapısı biri ise yeni dostuna açılan kapı.
Prenses hangi kapıyı seçmişti ve o dost kimdi? Her şeyin bir cevabı olmalı çünkü Mistrix evreninin kanunu buydu hiçbir soru yanıtsız kalmazdı cevaplar bulunmak içindir aynı saat yaşanan diğer olaylarda vardı elbet ve şu da bir gerçektir ki evrenin dengesi bozulmaz, zaman geri akmaz...
Herkes merak içinde küçük prensesi ararken o ise seçtiği kapının arkasında uyuya kalmıştı. Ablası Liva ve ağabeyleri onun için çok endişeliydi. Düşmanların onu kaçırmasından korkuyorlardı. İlerleyen saatlerde sarayın hücre kısmına giden yolda uyuyakalmış prensesi bulan şövalye onu ailesinin yanına götürmüştü. Uykusundan hiç uyanmayan prenses eminiz ki rüya aleminde dolaşıyordu.
Ailesinin küçük prensesi görmesi ile birlikte içlerindeki korku bir nebze azalmıştı. Ama bu tehlikenin geçtiği anlamına gelmezdi. Kral Daren'in ölümü üzere düşmanların harekete geçtiği ve Kral Yalım'ı küçük gördükleri aşikardı, yani en azından kral Yalım böyle düşünüyordu.
Aradan günler, haftalar ve aylar geçmişti. Bütün Mistrix bir olup vinius'un gelişini kutlayacaklardı. Vinius'un gelişi her yıl farklı bir ülkede kutlanırdı, bu yıl ise sıra Sirin Krallığına geçmişti. Hazırlıklar son hızlıyla devam ediyordu. Bu kutsal gün bir hafta boyunca dostluk, barış, ziyafet, adalet ve sevgi ile geçecekti. Tüm Mistrix yaratılışın başta üç grup olduğuna inanıyorlardı. Bahsedilen bu üç gruba üç kardeş gönderilmişti. Bu üç grup; hava, su, ateş. Hava grubuna Tanrı Atsafor, Su grubuna Kral Noral, ve son grup içlerinde güneşin, ayın, boşluğun, kıvılcımın, savaşın sembolü Ateş grubuna Tanrı ve aynı zamanda Kral olan Nirama gönderildi. Ateş grubunun soyu dünyalı Türk toplumuna dayanıyordu. Dünya ilk yaratıldığı zaman ne boşlukta ne de yeryüzünde hiçbir şey yoktu. Ve Nirama yeryüzünün kontrolünü sağlıyordu. Altı kuzenin arasında tartışmalar çıkınca her biri kendi evrenini yaratmak istedi. Sonucunda da dünya Ateş grubunun evreni olarak kaldı.
Adalet her zaman vardı, herkes için vardı ama Mistrix'de komploya ve saygısızlığa asla yer yoktu cezası her ney ise çekilmek zorundaydı. Fakat vinius'u kutlamak herksin hakkıydı bunun için hücreler boşaltıldı ve mahkumlar da Sirin krallığına yola çıktılar.
3 GÜN SONRA
Sokaklar renklenmiş, evler süslenmişti. Vinius'un gelişi bu sefer daha farklıydı bütün Mistrix tek bir krallığa toplanmıştı. Bir hafta boyunca herkes eşit durumdaydı, kimsenin kimseden üstünlüğü yoktu. Etrafta koşuşturan Mistrix çocuklarının içinde Gökçe'de vardı. Geleneksel oyunları olan Gölge Adam oynarken çocuklar kendilerine saklanacak bir yer arıyordu.
Her iki krallığı birbirine bağlayan dar ve geçit kapısının da bulunduğu aradan koşarak geçen Gökçe ve dostu Kutan, Kara Su Büyücülerinden ve Kara topraklardan habersiz bir şekilde oyun oynuyorlardı. Çocukların karşısına karanlık ve ürkütücü bir orman çıktı. Bundan sonra iki seçenek vardı ya o ormana geçiş yapacaklar, yada oradan uzaklaşacaklardı.
Ne yazık ki çocuklara seçim şansı verildiği gibi ellerinden alınmıştı karşılarına çıkan iri cüsseli dev kaba bir gülüş sergileyerek çocukları korkutmaya fazlasıyla yetmişti.
Hikayenin bundan sonraki kısmında fazla iç açıcı şeyler olmadı elbette ama bundan birkaç gün öncesine Gökçe'nin kaybolduğu güne gidip son birkaç saatine bakmaya hazır olun çünkü bu dev size de tanıdık gelebilir ilerleyen bölümlerde.
O gün prenses Gökçe bulunmuştu fakat kimsenin bilmediği bir şey vardı prenses Gökçe yeni dostunun onu beklediği kapıyı seçmişti hatta onunla tanışmıştı bile.
Kimdi bu dost yada gerçekten bir dost muydu?
Sorunun cevabını sizlere bırakıyorum ama önce o dost ile sizi de tanıştırmam gerekiyor.