1.

42 6 16
                                    

ne olucak hic bilmiyorum 😭

- ★

doğduğun gün, içine düştüğün hayatın oldukça kırılgan bir camdan ibaret olduğunu bilmezsin. belki de bu yüzden çocukluk derler, görmüş geçirmişler. çocukken kaçarsın, çocukken kızarsın, çocukken en güzel seversin. çünkü sen, çocukken masumsun.

eline aldığın palete döktüğün renklere isim koyacak olan da sensin, koyduğun isimlerin hangi resmi boyayacağına karar verecek olan da sensin. ben daha küçük bir çocukken elime verilmişti bu palet. pervasız ve toydum. hayatıma karışan her rengin adını yanlış koymuştum. mavi ile boyadığım duvarlarım, artık beni ağlatıyordu. oysa küçükken ne çok severdim, tıpkı diğer her şeyi sevdiğim gibi. birinci sınıftayken resim dersinde çizdiğim ağacı boyadığım pembeyi artık hiç sevmezdim. sorsan, pembe cıvıl cıvıl pek güzel bir renkti ama benim hayatımda pek yeri yok gibiydi. belki de adını, o zamanlar koyduğum ve aynı kalan tek renkti pembe, utanç.

sana yakıştırılan etiketler, bir sabah uyandığında aynanın karşısında birer birer kişiliklerine büründüklerinde büyümeye başlıyorsun artık.

17, hiçbir şey hatırlamıyorum. garip değil mi? her şey çok hızlı ilerliyor, yetişemiyorum. yavaşlatmak için çok geç olana kadar akışında kayboluyorum. hızlı ilerleyenin sadece ben olmadığını bilmek içimi mi rahatlatmalıydı bilmiyordum ancak ilk defa insanlara ayak uydurmak istemediğimi biliyordum. yetişecek hiçbir yerim yoktu. peşinden koşacağım hiçbir gayem yoktu. sadece koşuyordum, sırf diğerleri de koşuyor diye. sonunda durduğumda artık on yedi değildim.

hayatım boyunca, yolda yürürken durup çiçekleri koklamak için hiç şansım olmadı. ayak bileklerime sürtünen bir sokak kedisi için hiçbir şey yapamadım, sevemedim bile. geç kalırdım. ben de bilmiyordum ama geç kalırdım işte. kendim için ayıracağım birkaç dakika için bile acizdim. hep sakınırdım. sonra büyüdüm.

21, eğlenceli olmalıydı. keşke biraz daha vaktim olsaydı. yazlar çok çabuk geçti, oysa yavaşladım sanıyordum. her şeyi kaçırarak yaşadım. anılarım siyah beyaz, tatsız tuzsuz boş kasetlerden ibaret öylece yaşamıştım. kendimi gördüm, çok çabuk soluyordum. uyanıyorum, uykuya dönmek istiyorum, çünkü rüyalarımda yaşamayı tercih ediyorum.

gözlerimin gördüğünden daha fazlası değildim. büyüdükçe yorgun hissediyordum. koşturmayı bıraktıkça daha da ağırlaşıyordum. sessiz sakin bir hayatım vardı, göz açıp kapayıncaya kadar yirmi bir bitmişti bile.

bana derlerdi ki, 'harcıyorsun.' harcadığımın gençliğim ile doğru orantılı olduğunu bilmeyecek kadar aptal değildim elbette. yine de pek kulak asmazdım. çok da arkadaş canlısı sayılmazdım ancak etrafımdaki eleştirilerin samimiyetten uzak olduklarını biliyordum. yirmi beşime çoktan geldiğimde, hayatı daha da tek düze yaşar olmuştum. haksızlık etmeyeyim, oldukça saygı görüyordum. emeğimle geldiğim yer, hayatta kaçırmadığım tek fırsattı belki de.

ilk kalp ağrımı yaşadığımda genç sayılmayacak bir yaştaydım. yirmi beşinde, tek aksiyonu evden işe gitmek olan biri için çok da geç sayılmayabilirdi ancak biliyordum ki, herkes çoktan ilk aşkını on yedisinde harcamıştı benim aksime.

güzel jeongin, benim küçük dünyamdaki en büyük hayalim. ilk kez gözlerimiz buluştuğunda, oturduğum apartmandaki görevliyle hararetli bir tartışmanın içerisindeydim. yeni taşınmışlardı. o alelacele anahtarını çıkarıp evine girmeye uğraşırken odağımı üzerine çektiğinden bir haberdi. sonra durdu, güzel gözleriyle bana doğru döndü. nasıl görünüyordum bilmiyordum ancak, hâlime acımış olmalıydı ki kapıcının dikkatini kendi üzerine çekmiş, beni kaosun ortasından çekip almıştı.

bozuntuya vermedim, kapıcı arkasını döndüğü gibi ben de eşikten içeri girmiş, kapıyı ardımdan kapatmıştım. o günün akşamı, kapımın çalmasını beklemiyordum. arkadaşlarımın bir elin parmakları bile etmeyeceğini yedi düvel bilirdi. bu yüzden, davetsiz misafirimi merak etmem olağandı. iyi ki açmıştım o kapıyı, gözleri parıl parıl elinde tuttuğu küçük pembe kutuyla bana bakıyordu güzel jeongin. "buyurun?" dedim ancak sesim, içimde kopan fırtınalara tezat sabitti. yüzümde pek yer edinmeyen eğriti gülümseme, yalnızca onun için oradaydı biliyordum. ben biliyordum ancak o henüz bilmiyordu.

annesi varmış, bir tanesi, en değerlisi. kek yapmış o gün, en klasiğinden. güzel jeongin, beni kapıda öyle bezmiş görünce üzülmüş. kalbinin sesi, annesinin pek değerli kekini benimle paylaşmasını söylemiş, öyle demişti. yüzündeki gülümseme hâlâ bakiyken bana uzattığı kaba uzanmıştım. "bu pembe." dilim kopsaydı da, demeseydim. gülümsemesinin solduğuna şahit olmamak için dünyadaki her şeyi pembeye boyamaya dahi hazırdım. önce dudaklarını bükmüştü biraz, sonra tekrar kabına uzanmıştı.

"neden? pembe sevmez misin? bu benim en sevdiğim kabım ama." dedim ya, dilim kopsaydı da demeseydim. parmak uçları, kabın üzerindeki ellerime değdiğinde kabı yeniden kendime çektim. saniyelik dokunuş, ellerimin üzerini alev alev yaktığında bile o kadar yabancıydım ki tüm bu kalp ağrılarına, anlamamıştım. oysa, heyecanlanmışım. oysa, bana biraz daha dokunsun diye canımı verirmişim.

"hayır, severim..." kap, tekrar bendeyken biraz fazla kendime çekmiş olacağım ki jeongin buna kıkırdamıştı. güzel gülüşü kulaklarıma dolduğunda, ben de cümlemi ancak tamamlayabilmiştim. "pembeyi." o gün daha fazla konuşmadık, adını bile evine girmeden önce alelacele söylemişti bana.

tatlı sevmezdim, o gün o keki dünyada en sevdiğim şeymiş gibi afiyetle yemiştim. içimdeki çocuksu heyecan beni yeniden ilkokuldaymışım gibi hissettiriyordu. ama öyle bir şey vardı ki, ben hâlâ o zamanki aptaldım. büyüdüğümü sanarken aslında hiç büyümemişim. sevdiğimi sanarken aslında hiç sevmemişim.

koskoca bir haftayı, jeongin'i belki görürüm diye gözüm kulağım açık bitirmiştim. evde otururken dışarıdan gelen kapı gıcırtısında kendimi kapının yanında buluyordum. hayatımda hiç bu kadar çaresiz hissetmiş miydim emin değildim. emin olduğum tek şey, onu tekrar görmek istediğimdi.

oldu, ikinci haftanın sonunda yeniden o çaldı kapımı. çok utandım. benden daha cesur olduğu için çok utandım. yirmi beş yaşında koskoca adamdım ya ben hani, çocuk gibi heyecanlanmıştım yine. "şey, acaba kabımı alma şansım var mı?" biraz gergin görünüyordu, sanki kendi kabını benden istemesi suçmuş gibi ezilip büzülmüştü karşımda. "çok özür dilerim, tamamen çıkmış aklımdan." kelimelerimi özenle seçmiştim. ses tonum beni bile şaşırtacak kadar yumuşak çıkıyordu.

"adın ne?"

"chan, adım."

gözlerini kırpıştırdı. durup izlemek isterdim ancak onun çok sevdiği kabını mutfağımdan almak için içeri girmiştim. geri döndüğümde kapı ağzından kafasını uzatmış içeriyi inceliyordu. yüzüme yayılan gülümseme istemsizce büyüdü. "biraz dağınık olmalı." dediğimle yerinde sıçramıştı. yaramazlık yaparken yakalanmış küçük bir çocuk gibi başını eğdi ve elimdeki kaba uzandı. "üzgünüm, ben biraz meraklı biriyim de." jeongin hakkında en sevdiğim şeylerden biri de bu olacaktı, henüz bilmiyordum ancak daha o zaman bunu sevmeye başladığımı inkar edemezdim.

kabı ona uzattım. beni bekletmeden aldı elimden. "genelde... içi dolu geri verilir ancak pek becerikli biri sayılmam." kıkırdadı. bir daha duymak istedim, gülüşüm yüzümde asılı kalmıştı. huysuzlanmak istedim, bir daha duyabilmek için. "sorun değil, bana kahve ısmarlarsın olur biter." cüretkardı, kendini bir kere geri çektiğini görmemiştim. tanıştığımızdan beri yüzümden eksiltemediğim gülümsemem daha da genişlemişti o öyle konuşunca. onu taklit ettim. hayatımda ilk defa o gün, kendim için bir şey yaptım.

"gelmek ister misin? ben de kahve yapacaktım."




- ★ -

spinnin, jeongchanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin