5.

19 5 3
                                    


- ★ -

hep, mevsimi geldiğinde habersizce ağaçtan düşen yaprakları kıskanırdım. kaygısızca, hiçbir şey bilmeden. düşüp gitseler de, onlar için değişen tek şey durdukları yerdi zaten. sonra yine düşünürdüm, ya okyanusta bir damla olsaydım? endişeleri yok, soracak tonlarca soruları yok. sadece, varlar işte. yalan söylemek basit bir şey değildi. iyi yalancılar, her zaman ilk kendilerini kandırırlardı yalanlarıyla. ben, yapamadım, yapamazdım. gerçekliğin içine düşmüş aklım, kuyusundan çıkamıyordu bir türlü.

çocukluğumu harcadım, hiçbir zaman bir ergen olamadım. benim için biçilen hayata göz yumdum. kızamadım. ama büyümekten de kaçamadım. kızmazken bile, kendimi uzaklaşırken buldum. oysa geçer sanmıştım.

sadece bir kereliğine, bir yalan söyledim, denedim. hayatımda ilk defa söylemiştim ancak altından kalkamayacağım kadar büyüktü. dedim ya altından kalkamam diye, kalkamadım. kendimi evden uzakta buldum, artık sadece zihinsel olarak değil fiziksel olarakta yalnız kalmıştım. yine de, çok sorun etmedim.

hatırlıyorum, henüz on beş yaşındayken oradan oraya göçebe gibi yaşardım. annemin, babamdan gizli gönderdiği parayla en ucuz apartlarda kalır, bir yandan da okula gitmeye çalışırdım. liseyi ittire ittire bitirsem de, üniversiteyi kazanmaktan başka çarem olmadığını biliyordum. evet, yirmili yaşlarımda birçok şeyi kaçırmıştım. ancak eğer kaçırmasaydım, şimdiyi yaşayamıyor olurdum büyük ihtimalle. "abi, babam çok hasta."

on yıl. koskoca on yıl, yüzünü bile görmediğim kardeşimin sesi bana o kadar yabancıydı ki. en son gördüğümde yalnızca sekiz yaşındaydı. sesi değişmişti, muhtemelen görüşünüşü de öyle. telefonun diğer ucundan yine bir ses geldi, cevabımı bekliyordu. ne diyebilirdim ki? benim bir babam var mıydı?

"ne dememi bekliyorsun?" iç çektiğini duydum. iş yerinden yeni çıkmıştım, arabamın içinde öylece otururken tüm bunları konuşmak, anlamsız ve zor geliyordu. ne kadar inkar edersem edeyim, kaçtığım her şey yeniden ayaklarımın ucuna kadar gelmişti. "seni görmek istiyor... son kez."

"ölmez o." kelimelerim sertti. on sekiz yaşındaki bir kız ile böyle konuşulur muydu emin değildim ancak evden kovulurken bile hissedemediğim o öfke ansızın damarlarımda gezinmeye başlamıştı. "kaç kişiyi gömdü, öleceği falan yok." bir süre ses gelmedi. derin bir nefes verip tek elimle başımı ovaladım. o da, ne diyeceğini tartıyor gibiydi. "çok hasta, ağlayıp duruyor... abi, son bir şansı hak etmiyor mu? annem için..."

"ne?" dudaklarımdan dökülen kahkaha keyiften ya da mutluluktan değildi, hayır. öfkem öylesine çoktu ki artık ne tepki vereceğimi bilemiyordum yalnızca. "annem onun yüzünden öldü, çekmediği kalmadı o adam yüzünden. eminim olsaydı bana gitme derdi."

"ama-" sesi titriyordu. on senede ne değişti, kime ne oldu bilmiyordum. yalnızca, üniversiteyi kazandığım sene annemin vefat ettiği haberi yüzünden, onunla yüz yüze gelmek zorunda kalmıştım. kalbindeki kara leke onu en son gördüğümden beri hiç değişmemişti. emindim, şimdi de aynıydı. "aması falan yok, beni bir daha bunun için arama." kapatacağım sırada iç çektiğini duydum. aklım darmadağınıktı, keyfim kaçmıştı. yine de yapamıyordum. ne affedebiliyor ne de vazgeçebiliyordum.

"sadece... yani en azından düşün olur mu? bana geri dönüş yapmanı bekleyeceğim. hoşça kal, abi." ben kapamadan kapadı telefonu. cevabımdan korkuyordu, biliyordum. beni ne halde bıraktığını bilse yine de beni bunun için arar mıydı? direksiyona yaslandım. başım, sert yüzeye yaslı kaldığı için ağrıyana kadar öylece kalmıştım. kaç saat kaldım bilmiyordum ancak çoktan hava kararmış, otoparkta kimse kalmamıştı. telefonumu kontrol ettim, jeongin birçok defa yazmış, aramıştı. iç çektim. alışamıyordum. öylesine uzaktım ki bu güzel duygulara, birinin benim için endişelendiği düşüncesine inanamıyordum.

otoparktan çıkıp apartmana gidene kadar yazmadım ona. içimde büyüyen sıkıntı, on saniye önce düşündüğüm şeyleri dahi gölgelerken istediklerimi yapmak imkansızdı. apartmanın önüne park edip evime çıkışım hızlıydı. omuzlarıma binen ağırlık daha da üstüme çökmüştü. nefesim kesiliyor sanmıştım. kendi daireme girerken gördüm onu, kapının önünde heyecanla beni bekliyordu. yapamadım. ben yalan söyleyemezdim ancak bu yükü de onun omuzlarına atamazdım. yapmakta en iyi olduğum şeyi yaptım, kaçtım.

jeongin, anlayışlı biriydi, yüzüm ufacık düşse fark edecek kadar da ilgili. ondan saklayamazdım ama saklanabilirdim. daha kendim taşıyamadığım yükleri başkasıyla paylaşacak kadar cömert değildim. bilmiyordum, hiç öğrenmemiştim. kapıyı onu görmemiş gibi kapattım, elbette peşini bırakmadı. gece boyunca aradı beni, durmadan. ısrarcıydı, pes etmek bilmiyordu. ısrarcı hiç kimseye tahammülüm yokken ona kızamıyordum. jeongin'e, kıyamıyordum.

yalnız olmak istedim yeniden. aklımdaki tonlarca anıyla boğulmak istedim. kardeşimin sesi defalarca aklımda tekrar ederken kendime kızdım. onca sene, onca zor sene sonrasında bile hâlâ o adamı görmek istiyor muydum yani? gece boyunca gözüme uyku girmedi, sırf jeongin beni görmesin diye sabahın köründe işe gitmiştim.

[★]

jeongin'i daha az görür olmuştum. o derslere, ben ise işe gömülmüştüm. aklımdaki karmaşaya daha iyi bir kulp olamazdı. bahanelerimin arkasına saklanarak kaçıyordum jeongin'den. özlemiştim, yaptığım aptallıktı, ancak aklım öyle doluydu ki ona yanlış davranmaktan kaçıyordum. yeniden, başa dönüyormuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi. daha kızgındım, öncesinden de çok. sadece iş konuşuyordum. bazen ofiste sabahlıyor, eve dahi dönmüyordum. jeongin'in mesajlarına kısa yanıtlar veriyor, yan yana geldiğimizde yalnızca onu dinliyordum.

farkındaydı. fark etmemesi imkansızdı. onun da tavırları gözle görülür bir şekilde değişmeye başlamıştı. bana ceza vermek istercesine kendini artık daha az gösteriyor, gevezelik etmiyor ya da bende kalmak için bahaneler üretmiyordu. içime ilişen korku ne kadar büyükse, aklımdaki karmaşa daha da büyüktü. zaten kaybettiğim bir şeyin dağınıklığına kapılıp elimdekini de kaybediyordum.

sonra işler daha da çığrından çıktı. "artık gelmene gerek yok, öldü." bu defa telefonda değildik. bizzat karşıma geçmiş, elindeki cenaze belgelerini uzatarak konuşmuştu hannah. ellerim titriyordu. vücudum neden böyle bir tepki veriyordu bilmiyordum bile. yumruklarımı sıkıp dizlerime yasladım. "başın sağ olsun." kaşlarını çatıp, elinden almadığım belgeleri önüme fırlattı ve ayaklandı. "mezarına da gelme." sinirlenmiştim. önümdeki kağıtları alıp hepsini buruşturdum ve kardeşimin ardından ayağa kalktım. artık, titremiyordum.

"dirisinde yoktun ölüsünde de olmana gerek yok." dişlerimi sıktım. dünya dönmeyi durdurmuş muydu yeniden? yoksa her şey eskisi gibiydi de yalnızca ben mi delirmiştim? aklım, mantığımdan habersiz hareket ediyor gibiydi. elimi masaya vurdum sertçe. hannah, ani hareketimle irkilirken ona doğru yaklaştım. "başından beni bu konu hakkında araman hataydı, senin başın sağ olsun. benim babam ben beş yaşındayken çoktan ölmüştü zaten."

konuştuklarım netti ancak kendimle çelişiyordum. avcumun içinde buruşturduğum kağıtları yanıma alırken kendi gururum ile çatışıyordum. onlarca sene sonra bile benim bir babam vardı. artık yaşamıyordu ancak yaşadığından daha çok vardı. benden kaçmıyordu, bana kızmıyordu. yeri belliydi ve daha kötüsü, artık değiştiremezdi.

- ★ -

chanimi uzmeyi ben secmedim (inkar)

spinnin, jeongchanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin