1. Bölüm

13 8 1
                                    

Alfred Schwanken bağırdı.
Oğlu Paul yüzü kıpkırmızı olan babasını sakinleştirmek için bir hayli çaba sarf ediyordu. Alfred, o huysuz ihtiyar imajıyla birlikte çok da sinirli bir adamdı. Öfkesi saman alevi gibiydi belki ama öfkeli olduğu anlarda da karşısındakine ateş kesilmekten, bağırıp çağırmaktan geri durmazdı. O anlarda kendini dizginleyemez, karşısındakine hayatı zindan ederdi. Bağırıp çağırıp sakinleştikten sonra da tıpış tıpış "mahkûm" ettiği insanların yanına gidip af dilerdi. Alfred, zekasıyla insanı hayrete düşüren bir adamdı, kumral saçları artık neredeyse üstü karla örtülmüş bir belde gibi bembeyaz olmuştu. Bilirsiniz, altmışlarının ortalarında bir adamın dinç olması, genellikle tanrı tarafından o kişiye bahşedilmiş bir lütuf olarak görülür. Bırakın dinç olmayı Alfred öylesine zindeydi ki gününün çoğunu yalnız başına bir parkta oturup kitap okuyarak ya da tiyatroya giderek geçirirdi. Onun kişiliğine dair en ilginç noktaysa onun komedi oyunlarında bile somurtmasıydı. Otuz yaşındaki oğlu Paul dahi babasının güldüğünü hiç görmemiştir, yalnızca bir keresinde tebessüm ettiğini hayal meyal anımsamaktadır.
İşte böyle bir adamdı Alfred, her yerde rastlayabileceğiniz ancak hiçbir yerde rastlayamayacağınız bir adamdı. O gün yine ılık bir temmuz günüydü. Doktora gitmekten imtina eden Alfred, sırt ve karın ağrısının hat safhaya ulaşması ve bunun üzerine oğlu Paul'un ısrarlarıyla söylene söylene hastanenin yolunu tutmak zorunda kaldı. Paul, karısı ve iki çocuğuyla bir aile babasıydı. Karısı Claudia ve Paul sık sık Alfred'e acır ve her temmuz ailecek Alfred'in yanında giderlerdi. Her yaz olduğu gibi 1983 yazında da onu ziyaret etmeyi ihmal etmediler. Ne kadar Alfred'e karşı bir sevgi besleseler de Alfred'in sık sık gösterdiği sinirli yüzü onları sık sık hayattan soğutuyordu. İki hafta Alfred'in yanında kalıp dönmeyi planlıyorlardı. Alfred Almanya'nın şehre çok yakın mesafesinde bir kasabada geniş ve diğer evlere göre nispeten modern ve yeni bir evde yaşıyordu. Kimi kimsesi olmadığından evin büyük olması ona çok bir şey sağlamıyordu. Zaten evine sığamıyordu, sabahtan akşama kadar sokaklarda volta atıyordu.
Çok sevdiği parkı "Gençlik ve Nefes" parkına o sabah yanına bir kitap alarak gitmişti ki sırt ve karın bölgesindeki ağrının şiddetlenmesiyle eve döndü. Oğlu Paul, babasını o halde görünce bir ton laf işitmeyi göze alarak babasını apar topar hastaneye götürdü. Şehrin en iyi hastanelerinden birine gittiler. Çok sıra beklemeden doktorun odasına girdiler. Alfred tüm beyefendiliğiyle kasketini çıkarır gibi yapıp başını hafifçe eğerek doktora selam verdi ve yerine oturdu. Oğlu da aynı şekilde babasının oturmasını bekledi ve babası oturduktan sonra yavaşça diğer koltuğa geçti.
Doktor bekletmeden lafa girdi: "Hoş geldiniz, hasta kimdi acaba?"
Alfred ciddi bir tavırla "Buyurunuz benim." dedi. Doktor, Alfred'e hasta yatağını işaret ederek uzanmasını istedi. Alfred uzandı. Doktor bazı kontroller yaptı, çeşitli notlar aldı ve en son Paul'a bir liste uzattı ve: "Babanız bu iki kan tahlilini yaptırsın, zaten bunların sonuçlarının çıkması pek uzun sürmez. İsterseniz sizi bekleme odamızda misafir edelim." dedi. Paul memnuniyetini gülümseyip kafa sallayarak belli etti. Doktorla el sıkıştıktan sonra kan tahlillerini yaptırdılar, oradan da bekleme odasına geçtiler. Alfred eline bir gazete aldı ve piposunu tüttürmeye başladı. Paul ise radyo dinlemeyi tercih ediyordu. Üç buçuk saatin sonunda tekrardan muayene odasına çağrıldılar ve yerlerine oturdular.
Doktor sonuçları Alfred'e söylemeden önce uzun uzun tüm tetkik verilerini inceledi, bazı notlar aldı. Sanki olmamasını istediği bir şeyi bulmaya çalışır gibiydi, avuç içleri terlemeye başlamıştı. Halihazırda çok genç olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Temiz yüzlü ve sevecen bakışlı olan doktorun yüzü her geçen dakika soluklaşıyor ve dudakları kuruyordu. Dudaklarını nemlendirmek ve kuruluğu önlemek için dilini bir bukalemun gibi sürekli çıkarıp duruyordu. Dayanamadı ve sakinleşmek için biraz su içti. Yutkunmaları öyle derindendi ki kapının önünde sıra bekleyen hastalar bile sesi işitebiliyorlardı. Doktorun boğazını düğümleyen bir şey vardı. Israrla söylemekten kaçındığı bir şey... Alfred ne kadar huysuz ve memnuniyetsiz bir adam olsa da çok zeki olduğu aşikardı, buna binaen gözlem ve yorumlama yeteneği de çok kuvvetliydi. Hal böyle olunca doktorun şüpheli tavırları Alfred'in gözünden kaçmadı ve Alfred açık kahve tonlarındaki gözlerini ve bir kartalın kanatlarını andıran çatık kaşlarını doktora doğrulttu.
Doktor Alfred'in baskısı altında iyice terlemeye başladı. Doktordan herhangi bir cevap gelmeyince Alfred: "Sonuç nedir?" dedi tok ve kibar sesiyle.
"Ş-ş-şey e-ef-efendim yani ş-şey bilirsiniz ya hani..." demekle yetindi doktor. Kekeliyordu. Eli titremeye başladığından el yazısı gittikçe daha kötü bir hal alıyordu.
O sırada Paul devreye girdi: "Buyurun efendim sizi dinliyoruz." dedi heyecanını bastırmaya çalışan bir ses tonuyla.
Belli ki doktor toyluğundan olsa gerek hastalarına kötü haber vermeye alışık değildi. Derin derin nefes alarak açıklama yapma kararı aldı. Boğazını temizledi ve titreyen elindeki kalemi bırakıp ellerini kavuşturarak lafa girdi: "Pankreas kanseri pankreasta tümör oluşumuyla ortaya çıkar. İlk evrelerinde ciddi seyretmez, tedavisi de kolaydır fakat son evrelerinde tablo daha ciddi bir hal alabiliyor. Hastalığın mizacı çok sinsidir, son evrelere kadar pek renk vermediğinden sık doktora gitmeyen biriyseniz farkına varmanız hiç kolay olmayacaktır. Son evrelerde ağrı sırt ve karın bölgesine vurmaya başlar. Bu semptom bize tümörün karaciğere yayılmaya başladığını gösterir. Yani Alfred Bey, ne yazık ki pankreas kanseriniz son evreye ulaşmış ve yalnızca beş ay ömrünüz kaldı." diyerek cümlesini bitirdi ve o anda Alfred bağırmaya başladı. Korkudan doktorun elindeki kahve kupası düştü.
Alfred hakaretvari biçimde doktoru yermeye başladı: "Alın işte, alın size doktor(!). Ne güzel değil mi insanlara yanlış teşhis koymak. Doktorum diye gezen de siz değil misiniz? Anne babana yazık, doktor oğlum var diye geziniyorlardır etrafta. Sen aynı okulu bir daha oku, belli ki derslerini asmışsın! Burası oyun parkı değil, bir hastane ve pankreas kanseri teşhisi koymak tahterevalliye binmeye benzemez! Beş ay ömrüm kalmışmış(!), çabuk beni başka bir doktora sevk et yoksa seni sağlık bakanlığına şikâyet ederim!"
Doktora ağzına geldiğine çıkışan Alfred'in hakaretlerinin altında kalan doktor cılız bir sesle masanın altından başını çıkararak: "P-peki efendim, ç-çok özür dilerim." diyebildi. Paul ise yüzü kıpkırmızı olan babasını sakinleştirmeye çalışıyordu fakat yüzünde mimik dahi oynamıyordu. Babasının mizacını bir hayli kanıksamış olacak ki sanki dişini fırçalıyormuşçasına sıradan bir şeymiş gibi babasına "Tamam baba, başka doktora gideceğiz, kendini üzme." diyordu. Yüz ifadesi babasından bıktığının en net deliliydi.
Hızını alamayan Alfred bu sefer oğluna fırça atmaya başladı: "Beni layık gördüğün şu doktorlara bak. Senin gözün yok mu? Bir dahakine beni böyle bir doktora götürürsen külahları değişiriz ha, ona göre!" dedi kızgın ses tonuyla. Paul, Alfred'in koluna girdi ve kapı ağzına kadar babasına eşlik etti. Daha sonra Paul, muayene odasından çıkarlarken doktora bir özür mahiyetinde dudaklarını büzüştürüp başını ve gövdesini eğerek elini kaldırdı. Daha sonra muayenenden çıktılar. Alfred seri bir şekilde piposunu çıkardı, bir kibrit yardımıyla yaktı ve tüttürmeye başladı. Yavaş yavaş yüzü normale dönüyordu. Paul'a döndü ve sert bir ses tonuyla: "Hadi sen karını ve çocuklarını yalnız bırakma ben akşam gelirim."
Paul ise kafa sallamakla yetindi ve babasının yanından ayrıldı. Alfred hemen Gençlik ve Nefes Parkı'na gitmek üzere yola koyuldu ve on beş dakika sonra parka vardı. Saat öğleden sonra üç sularıydı. Parktaki favori kahvehanesi olan Caeles'e girdi ve "Her zamankinden ver." dedi ve çikolatalı kahvesini alıp dükkândan çıktı. Bir çınar ağacının altındaki banka oturdu, bir kolunu bankın arkasına attı, kahvesini hemen yanına koydu, bacak bacak üstüne attı ve piposunu tüttürmeye başladı. Piposu koyu kahve renkteydi ve boynu düzdü. Üzerinde ufak işlemeler vardı.
Alfred uzunca bir süre eline bir kahveyi bir pipoyu alarak devam etti ve en son kahve bitince hazla dudaklarının üstündeki çok kalın ve gür olmayan bıyıklarına bulaşmış kahveyi yaladı ve yalnızca piposunu tüttürmeye başladı. Rüzgârın etkisiyle bir o yana bir bu yana savrulan ağaçları izliyordu. O an ölümü düşündü. Doktorun beş ay ömrü kaldığını söylediği an bozulmuş bir plak gibi kulağında inliyordu. İçini bir korku mu sarmıştı? Hayır. Alfred sıra dışı bir biçimde ölecek olmasını hiç umursamıyordu. Eski bir asker hiç ölümden korkar mıydı? O an Alfred uzun uzun hülyalara dalmaya başladı, aklına askerlik anıları geliyordu. Paltosunun iç cebinden çıkardığı -onun haricinde kimsenin haberdar olmadığı- askerlik günlüğünden rastgele bir sayfa açıp okumaya karar verdi.

Alfred Delirmek ÜzereHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin