Ölçülülük ve İtidalin Önemi Üzerine

2 3 1
                                    

  Hayat, eğer bunu okuyorsanız, hepimizin içinde bulunduğu bir çeşit çıkmaz yol. Hepimiz, zaman denen arabanın içindeyiz ve yolun sonuna geldiğimizde geri dönmek için yakıtımız kalmıyor. Öyleyse arabanın içinde olabildiğince “iyi” yaşamalıyız. Buradaki “iyi” kavramı tahmin edebileceğiniz gibi meçhul ancak kendi “iyi” kavramınızı keşfetmeniz için size ufak da olsa bir fikir vereceğim. Bu fikrin adı: itidal veya bir diğer deyişle ölçülülük.
  İtidal, iki uç nokta arasındaki orta yolu belirtir ve uyumla denge kavramlarına işaret eder.[1] Ben bu tanımı bir hayli açıklayıcı buluyorum çünkü tanım, bize felsefe yapma olanağı tanıyor. Orta yol kavramı iki aşırılıktan(veya zıtlıktan) uzak olma ve bunların ortalarında bir “ılımlı” alanda bulunma anlamına gelir. Mutedil ise bu itidali yani orta yolu izleyene verilen addır. Mutedil olmak tahmin edebileceğiniz üzere birçok antik mitte, mitolojide, dinde ve ideolojide övülmüştür. Örnek vermek gerekirse Taoculuk ve onunla yakından ilintili olan Konfüçyüsçülük itidal fikri temelinde yükselir. Bu öğretilerde sürekli bir düalizm yani “karşıtlık” vardır ve insana düşense burada orta yolu izlemektir. Hatta “Tao” “orta yol” anlamına gelir.[1] İşte itidal bu kadar önemli bir kavramdır, düşünün ki Doğu’da yüzyıllarca kabul görmüş bir inancın en temelinde “ölçülülük” yatar. Bu da bize bu kavramın ne kadar önemli olduğuna dair az buçuk bir fikir verir.
  Mitolojilere değinmişken Antik Yunan’a değinmemek saygısızlık olur. Büyük ihtimalle bu yazıyı okumakta olan birçok okur anlatacağım miti tahmin etmiştir: Ikarus. Ikarus ve babası Daidalos, Girit’de yüksek bir kuleye hapsedilmişlerdir. Kule o kadar yüksektir ki atlamak imkânsızdır. Daidalos kıvrak zekasını çalıştırır ve pencerenin önüne her gün ekmek kırıntıları koyar. Oradaki kuşlar kırıntıları yemeye geldikçe Daidalos, onlardan düşen tüyleri toplayıp biriktirir. En sonunda oğlu Ikarus’tan balmumundan yapılmış mumu getirmesini ister. Mum eridikçe damlayan balmumunu kullanarak Daidalos tüyleri birleştirir ve iki çift kanat yapar. Uçmadan önce Daidalos, oğlunu çok yüksekten veya alçaktan uçmaması konusunda uyarır. Sonra kaçmaya koyulurlar ve uçmaya başlarlar. Ikarus, kanı kaynayan bir gençtir ve özgür olma duygusu ona müthiş bir haz verir. Güneş’i uzun süre görmediğinden ona müthiş bir hayranlıkla yaklaşır ve sıcaklığı daha fazla hissetmek ister ancak Güneş’e yaklaştıkça balmumu erir ve kanatlarındaki tüyler bir bir düşer. Ikarus hızla düşer ve hazin bir sonla hayatını kaybeder.[2][4]Bu hikayenin bir diğer versiyonunda baş karakter Phaeton’dur ve arkadaşlarına Helios’un oğlu olduğunu kanıtlamak uğruna Helios’un at arabasına biner ve kontrolü kaybedip denize düşer ve oracıkta boğulur.[4]Bu hikayeden itidal fikrini çıkararak düşüncemizi daha geniş bir zemine taşıyabileceğimizi umuyorum.
  Ikarus babasını dinlememiş ve ölçüyü kaçırmıştır ancak ölçüyü kaçırması ona çok pahalıya mal olmuştur. Ben burada gene bir itidal kavramına odaklanmaktan ziyade “aşırıya kaçmanın” nedenlerini tespit etmek istiyorum. Bu mitte Ikarus “hazları ve istekleri” sebebiyle itidal olma özelliğini kaybetmiştir, gün ışığı ve özgürlük ona fazla tatlı gelmiştir. Biraz daha somutlaştırırsak, nefsi arzular ve hazlar, ölçüyü kaçırmamızın temel nedenidir. Bu her alanda böyledir. Bir şeyden çok yersiniz çünkü onu çok seversiniz ve onu yemek size “haz” verir. Amma velakin çok yemenin sonu obezite ve birtakım sağlık sorunlarıdır. Ve bu sorunlar bize “acı verir” dolayısıyla kötüdürler (her acı kötü değildir ama bu yazının konusu değil). Kötü şeylerse uzak durmayı gerektirir. Hayatın her alanında bu durum böyledir, hatta iyi şeylerde bile. Mesela hayatını bir şeye adamak ve onun için “aşırı çalışmak” (aşırı çalışmak ve çok çalışmak ayrıdır). Bir konuya hayatınızı adamak ve onu büyük bir tutku haline getirmek pek tabii güzeldir ancak bir insan bu “tutku” sebebiyle başka şeylere zaman ayırmayıp bu şeyi “hayatın kendisi” olarak addederse hayatın birçok noktasını kaçırır. Hayat otobüsten dışarıyı izlemek gibidir ve tek yöne bakarak tüm güzellikleri göremezsiniz. İşte bu anlamda iyi şeyler bile aşırıya kaçıldıkça zararlı bir hal alır.
  Antik Yunan felsefesi, bir yönüyle doğrudan mitolojiyle ilintilidir ve bu anlamda mitolojik anlatıların etkisi felsefe üzerinde de görülür. Mesela Sokrates öncesi filozofları ele almakla ufkumuzu bir nebze daha genişletebiliriz. Mesela Herakleitos her insanda ölçülülüğün bulunduğunu ancak bunun gizli bir hazine gibi ortaya çıkarılacak bir huy olduğu fikrini öne sürer.[6] Sanırım bu fikre şu anlamda katılabilirim; ölçülülük, bir karakteristik olarak doğuştan gelebilir/gelmeyebilir ancak ölçülülüğün edinilmesinde en büyük payı olan şeyler deneyimler, aile, sosyal çevre, içerisinde büyülen kültür vs.dir. Burada doğuştan gelen şeyler eser miktarda yani çok çok küçük miktarda etkilidir. Şimdi yönümüzü Kinik Felsefe’nin “babalarından” olan Antisthenes’e çevirelim. Antisthenes kendisine politikaya nasıl yaklaşılması gerektiğini soran bir adama “Bir ateşmiş gibi yaklaşılmalı, ne yanacak kadar yakın olmalı ne de üşüyecek kadar uzak.” yanıtını vermiştir.[7] Bana bu cümle yine Ikarus mitini anımsattı. Ben burada Antisthenes’in fikrine daha yeni bir yorum katmak istiyorum, fikrimce tüm fikirlere bir ateş gibi yaklaşılmalı. Bir insan hiçbir fikirden tamamen uzak durmamalı ve o fikre tamamen bağımlı yaşamamalı. Burada bir komünizm-liberalizm örneği vermek istiyorum. Genelde komünistlerin davasına çok sahip çıkan “tutucu” insanlar olduğunu gördüm ve genelde komünistler liberal politikalara şiddetle karşıdırlar. Tabii ki her komünist bir değil ancak ben büyük bir kısmının liberal politikalarla ilgili olumlu şeyler söylemekte bile zorluk çektiğini gördüm. Burada amacım herhangi bir ideolojiyi övmek/gömmek değil, demek istediğim fikirlerden bir karabasanmışçasına kaçmanın insana çok şey kaybettireceği, aynı otobüs-manzara benzetmesinde olduğu gibi. İşte bu anlamda insanlar kendilerini ideolojilere teslim etmemeli, aklına uyan şeylerle kendilerine “yakın” olanı bulmalılar. Mesela bir kişi “ben liberal politikalara yakınım” dediğinde onun bazı komünizme kapı aralayan fikirleri savunmasına olanak veririz. İşte itidal bu anlamda fikri dünyada önümüzü açar. Sokrates öncesi demişken tarihin gördüğü en parlak insanlardan olan Demokritos’a da değinmeli. Bir fragmanında şöyle der: “İnsanın sevinci, neşesindeki ölçülülükten ve yaşamındaki dengeden gelir.”[5] Demokritos haklıdır, insan neşe anlamında bile bir ölçü içinde olmalıdır. Üzüntü yaşamak bile bazen sevinç verir. Yaşamdaki dengeyse bir kumbara gibidir ve dengeli yapılan her şey kısa vadede ufak şeyler gibi gözükse de uzun vadede sevincin en büyük kaynağıdır. İşte biz buna “düzenli olmak” diyoruz ve hayatımızdaki önemini bir kere daha anlıyoruz.
  Sokrates ise bilindiği üzere bir erdem filozofudur ve Sokrates’e göre güzel olan “ölçülü ve dengeli” olandır. Gerçekten de estetik algımız böyledir, ekranı çok küçük bir televizyon almayız ya da ekranı çok büyük bir televizyonu tercih etmeyiz. İkisi de oldukça dezavantajlıdır ve bizi itidal yoluna sevk eder. Yani estetik ve erdem anlayışımız “itidal” kavramı üzerinde şekillenmiştir. Erdem demişken Aristoteles, “itidali” etiğinde baş köşeye yerleştirir. Aristoteles’e göre ahlaki anlamında “iyi” olan ve rehber edinilmesi gereken iki zıt kutbun ortasındakidir.[1][2] Aristo fikrini bir örnekle taçlandırır, gözü kara olmak ve ödleklik iki uç kutuptur ve aşırılıklardır. Burada izlenmesi gereken yol ikisinin ortasıdır yani gerektiği yerde cesur olmak, gerektiği yerdeyse hayatını riske atmamak. İşte bu ahlaki olan “iyi”dir.
  Buradan 16. yy.ın sonuna uçalım, Francis Bacon’a. Bacon, denemelerinde yönetim ilkeleri ve yöneticiler üzerine konuşurken şöyle bir pasaja yer verir: “Şimdi de yönetimin gerçek ölçüsünden bahsedelim; bu ölçünün tutturulması güç olmakla beraber nadir rastlanan bir durumdur, zira ölçüsüzlük kadar ölçülülük de karşıtları içerir.”[9] Anlaşıldığı üzere burada Bacon, ölçülülüğün ülke yönetimindeki öneminden bahseder. Gerçekten de ülke yönetmek çok meşakkatli ve zor bir iştir ve ölçülülüğü tutturmak epey zordur. Burada kritik nokta ülkedeki zıt gruplara çok sert davranmaktır. Burada yöneticinin yapması gereken her iki tarafa da eşit muamele uygulamaktır. Bu bir nevi bir “denge politikasıdır”. Şu unutulmamalıdır ki birtakım grupları radikal biçimde baskılamak onları daha radikalleştirir ve işin sonu silahlı eylemlere veya ihtilallere gidebilir ve bu tür ayaklanmalar epey kanlıdır. Yani yöneticiler ülkedeki taşkınlıkları önlemek için itidal yolunun yolcusu olmalıdırlar.
  Bir sonraki durağımıza, aydınlanma çağına uçuyoruz. Bu çağın en önemli filozoflarından olan Montaigne ahlakı yine itidal üzerine konumlandırır ve aşırı erdemin kötü sonuçlar doğuracağını söyler. Ayrıca bize şöyle bir metafor sunar: “Attığı ok hedefin çok ötesine giden okçu, okunu hedefe ulaştıramayan kadar başarısızdır. Ve aniden çok güçlü bir ışığa ya da zifiri karanlığa maruz kalan gözlerim aynı şekilde körleşir.”[10] Buradaki metaforlar yine işin özünü anlamak açısından önemlidir, oku hedef tahtasına yetiştirememekle hedef tahtasının ötesine atmak eşit derecede başarısızdır. Buradaki kritik nokta itidali yakalamaktır ve şunu unutmayalım ki hayatın amacı hedef tahtasının kendisidir ve buraya ulaşmanın yolu itidalden geçer. Genelde yazı boyunca bir şeyi “aşırı fazla” yapmanın kötü sonuçlarından bahsettik, bu nedenle yine Montaigne üzerinden “aşırı azlığın” kötü yönlerine örnekler vermek istiyorum. Montaigne göre insan elinde imkân varken, hiçbir karşılık da olmaksızın, azla yetiniyorsa bu insanı mutsuz yapar ve yaşam standartlarını düşürür. İnsan, imkanları dahilinde olabildiğince iyi yaşamalıdır yoksa birçok şeyden mahrum kalır. Burada psikolojiden bir örnek vermek istiyorum: Süpermen Sendromu. Bu sendromdan mustarip kişi yaşamını sadece başkalarını mutlu etmeye adar ve tabiri caizse “kendini unutur”. Kendini mutlu etme imkânı varken elindekini kullanmaz ve bu fırsatı başkaları adına değerlendirir. Kendini mutluluktan mahrum eder. İşte bu kaçınılması gereken bir şeydir.
  Yakın dönem İngiliz edebiyatının öncülerinden Bernard Shaw, başarıyla ilgili şunu der: “Başarı, her gün sabahtan akşama tekrarlanan küçük çabaların toplamıdır.”[8] Shaw’ın da dediği gibi, başarı itidali gerekli kılar. Haftada bir gün aşırı çalışmakla başarılı olunmaz(ya da hiç çalışmamakla), başarı, düzenli ve sistematik bir çalışma sürecinin sonucudur. İtidal olmaksızın başarı bir hayalden ibarettir.
  Bu yazıya sevdiğim bir Latince sözcükle veda etmek istiyorum: aequavalent.[11] Bu sözcük denge ve eşitlik anlamı taşır ve hayatın birçok alanında “iyiyi” yakalamada rehber görevi görür. Öyleyse itidal üzerine düşünmeyi ihmal etmeyin ve şu sözü unutmayın: Medèn ágan!

KAYNAKÇA
[1] (Crofton,Ian (2022).Dakikalar İçinde Büyük Fikirler.İstanbul:Kronik Yayınevi.)
[2] (Weeks,Marcus (2022).Dakikalar içinde Felsefe.İstanbul:Kronik Yayınevi.)
[3] (Philip,Neil (2022).Dakikalar İçinde Mitoloji.İstanbul:Kronik Yayınevi.)
[4] (Ford,Michael (2022).Yunan Mitolojisi.İstanbul:Akılçelen Kitaplar Yayınevi.)
[5] (Leukippos, Demokritos (2023). Atomcu Felsefe Fragmanları.İstanbul:İş Bankası Yay.)
[6] (Herakleitos (2018).Fragmanlar.İstanbul:Alfa Yayınevi.)
[7] (Diogenes,Antisthenes (2022).Kinik Felsefe Fragmanları.İstanbul:İş Bankası Yay.)
[8] (Shaw,Bernard (2023).Aforizmalar.İstanbul:İş Bankası Yay.)
[9] (Bacon,Francis (2022).Denemeler.İstanbul:İş Bankası Yay.)
[10] (Montaigne,Michel de (2020).Denemeler.İstanbul:Koridor Yayınevi)
[11] (Akderin,Furkan (2018).Latince Sözlük.İstanbul:Say Yayınevi.)

Serbest Bilinç DenemeleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin