uğur böcekleri kulağımın dibinde fısıldıyor -ne dediklerini zerre anlamıyorum-, elimde nereden geldiğini bilmediğim bir bira konumlanmış, sanki uçmuş gelmiş, ben de uçmuşum. kendimdeyim aslında. hissedebiliyorum ellerimi, beynimi; etrafımdaki boş shot bardaklarını görebiliyorum, değişen ışıkları kavrayabiliyorum. bir de bacağımın üstünde bir el var. kasıklarıma doğru ilerliyor, sanırım biri bana sesleniyor.
"soobin."
kendimde değilmişim.
"ulan daha bir bardak içtin. of, toleransın bu kadar düşük müydü senin yahu? daha konuşacaktık, dön bir bana."
bacağımı sıkıp sandalyemi kendine döndürdü serserinin teki. kendimdeyim, yemin ederim. karşımdakinin de adının choi yeonjun olan serseri olduğu besbelli. arada gidiyor ama kafam, eminim. sanki zamanda atlıyormuşum gibi hissediyorum. bir fotonum, ışık pakediyim, atlayıp zıplıyorum— yeonjun bana parlıyormuşumcasına bakıyor da, bu benzetme pek yerli yerinde gibi geldi.
elimdeki bardak kaydı, zaten tezgahın üstünde olan kolum sayesinde tezgaha alçaktan düştü. iki üç damlası döküldü, gördüm. yeonjun bulanık biraz. kolumla damlaları sildim. tişörtüm ıslandı. iki üç damladan fazlasıymış herhalde. ıslaklığa bakmak için kolumu kaldırdım, dikkatimi oraya vermişken yeonjun beni çenemden tutup kendine çevirdi. hiç karşı gelecek gücüm yok, uyuyasım var.
"soobin. oğlum, bana bak."
zorlanıyorum. boynum kenara doğru düşüyor. ben de konuşmak istiyordum aslında ama bayılacak gibiyim. nasılsa kavrıyorum da her şeyi. bence toleransım gayet yüksek. hiçbir şeyi de unutmam ki zaten. biraz içim geçmiş.
"pardon, beyefendi. kendisi az önce üç shot dikti, siz dans pistini gözlüyordunuz. o yüzden dengesiz sanırsam." dedi barmen aramıza girip. tek taraflı konuşmamıza, daha doğrusu. belki de diyalogtur. içimden cevap veriyorum yeonjun'a çünkü. o kadar da aptal değilim. konuşacak gücüm yok çok sadece. bir kafamı yatırsam düzeleceğim.
yeonjun'un beni evden aldığını hatırlıyorum. sürekli bizim eve gelmekten sıkıldığını söylemişti; çıkıp gezelim, seni seveyim biraz demişti. ben de dünden razıydım, ev boğuyor bu sıralar. bunun sebeplerinden biri yeonjun'suzluk olabilir. yolda nereye gideceğimizi bilmezken koluna sarılıp daha yalnızca varlığıyla sarhoş olmam da bunun kanıtlarından biridir. bir süredir sigara içmediği için normalden daha güzel kokuyor(du). elimde değildi işte, yeonjun'un var oluşu beni kendimden geçiriyor. ani bir rahatlık vuruyor bana onu herhangi bir duyumla hissettiğimde.
bir şeylere geç kalmışım gibi geliyor.
onunlayken artık 'kötü şeyler olacak.' diye düşünmediğim için eskisinden bile iyi hissettiğimden önceki zamanlara dair yoğun pişmanlık duyuyorum. ve hala onu reddediyorum. böyle kolunda erirken, bir dokunuşuyla terlemeye başlarken hala gitmesinden korkuyorum. sorunlar kendilerini başkalarına bıraktı. yeonjun fena biri değil, ama gidecek.
"soobin." dedi tekrardan serseri. bunu bugün en az elli kez demiştir, bir süre sonra saymayı beceremedim. her şeyin farkındayım, kendimi kaybetmedim henüz ama üstümde bir gidiklik de yok değil. karşımda yeonjun var, normal. ben de ona bakmakla yükümlüyüm. "sıkıldıysan gidelim."
"ne sıkılması ya? daha yeni geldik."
"benden habersiz kaç bardak dikmişsin. yürüyemeyecek gibi olursan seni taşıyamam." kollarımı birbirine bağladım, kaşlarım çatıldı. sanırım kendisi sıkılmıştı, benimle konuşamayacağını ve burada durmamızın bir manası olmayacağını düşünüyordu. yanılıyordu. ilgimi çekecek şeyler söylese saatlerce konuşurdum, ki yapmışlığım vardı. hayat arkadaşımdı bir kere o benim zaten, sarhoş olsam da olmasam da saatlerce konuşurdum onunla.