toprak küçüklüğümden beri çağırıyordu beni.
annemler mezarlığın önünden geçmezlerdi genelde. galiba ailede bir totem gibiydi bu, mezarlıktan uzak durdukça benim de iyi olacağıma inanıyorlardı.
yine de bir kere götürmüştü annem beni. on yaşındaydım ve gerçek adımın jake ile alakası olmadığından sonunda emindim. bir gece uyandığımda annemi yanı başımda ağlarken bulmuştum ve sakince göz yaşlarını silip sormuştum "bana neden jake diyorsun?"
bir sonraki gün annem beni mezarlığa götürmüş ve ilk defa gördüğüm mermer taşların anlamını açıklamıştı. sonra birinin başında durdu ve bir eliyle saçlarımı okşayıp bana olanları anlattı.
bu adam, jake greenwood, annemin üvey babasıydı. benim hastalığımın aynısından onda da vardı. annem babası ölene kadar onu çok sevmişti. ben ve dedem birbirimize çok benziyorduk.
sonra annem yine ağlamaya başlamıştı. minik ve duygusuz olmayı öğrenen ben ise öylece durmuş ve ölümümün bu hastalıktan geleceğine emin olmuştum.
yine de mezarlık çok huzurlu hissettirmişti beni. ait olduğum yer orasıydı. kalbimin beni rahatsız etmeyeceği ve sonsuza kadar normal bir insan olacağım yerdi toprağın altı.
her içtiğimde zihnimdeki bulanıklığın arasından berrak çıkabilen tek şey bu anılar olurdu, yine aynı şey oluyordu.
jungwon'un evinin bahçesindeydim. jungwon'un ailesi çok sakin, tatlı bir aileydi. bir çocuk için çok uğraştıklarını ve en sonunda jungwon için çok minnettar olduklarını söylemişti jungwon. ekonomik bir sorunları yoktu, ailevi sorunları yoktu, her şeyi batıran bir delikleri de yoktu. mükemmel bir aile tablosuydu aslında. ailesi jungwon'un alkol almasını çok abartmadığı sürece sorun etmiyordu mesela. kendi evlerinin bahçesinde olmasını teklif ederlerdi hep, güvende olmamız için. hiç karışmayacaklarına söz verirler ve biz onları çağırmadığımız sürece gerçekten karışmazlardı.
jungwon'la oturmuş, partiye sunoo olmadan başlamıştık. sunoo eve uğrayıp birkaç şeyi halledeceğini söylemişti. biz de o gelmeden üç vodka shot atmıştık. içinde meyve suyu da olduğu için daha sarhoş değildik ama olacaktık, en azından benim planım bu yöndeydi.
jungwon sakince oturuyor, gökyüzünü izliyordu. bense yerdeki çimlere bakıyordum. jungwon bakıșlarını bana çevirdi ve sessizce konuştu "dizine yatabilir miyim?" kafamı salladım.
jungwon sırtüstü uzanıp gökyüzüne bakmaya devam ediyordu. bense çimenleri izlemeye devam ederim diye düşünüyordum ama kucağımda yatan jungwon manzaramı kapatıyordu, bu yüzden ben de kafamı gökyüzüne çevirdim. jungwon'un sesini duyduğumda ona baktım ama o hiç benimle göz göze gelmedi.
"hiç aşık olmak hakkında düşündün mü jaeyun?"
minik düşünceler zaman zaman aklıma gelse de hep ciddi düşünce nöbetlerinden kaçınmıştım, kafamı iki yana salladım. jungwon tekrar konuştu "aşık olabilir misin sence? kalbin engellemez mi seni?"
"bilmiyorum," dedim fısıldayarak "olursam anlayacağım bir şey herhalde."
"beni yanlış anlamanı istemiyorum, diyeceklerimi küstahlık olarak da düşünme lütfen. sadece, sadece..." jungwon elleriyle kendini sardı ve sırtı bana bakacak şekilde yana döndü. o kadar sessiz bir sesti ki duyduğum, ağustos ve cırcır böceklerinin sesleri arasında kaybolabilirdi "senin durumunda olsam daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum."
bir iki hıçkırık çıktı önümdeki minik bedenden. yapabileceğim çok bir şey yoktu, elimi omzuna koyup titreyen jungwon'u sessizce okşamakla yetindim. sesi çok sürmeden kesildi, normalde de hep sessiz ağlardı. boğuk bir sesle "artık dayanamıyorum." dediğini duydum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
whisper of your heart : heejake
Fanfiction"önümde 100, belki de 200 kişi vardı. yine de tek duyabildiğim senin kalp atışlarındı." heeseung insanların kalp atışlarını duyabiliyordur, zayıf bir kalbi olan shim jaeyun'a rast gelir. [enhypen] [lee heeseung & sim jaeyun] [+sunwon +jayhoon] [an...