three.

71 10 1
                                    

hastalıklı bir vücut, hastalıklı bir zihin ve hayat demekti. en azından benim için böyleydi. hiçbir tutkunuz olmadan hayat bir görevler dağıydı. bazı insanlar omuzların üstünde melekler olduğuna ve yaptığımız her şeyi not aldıklarına inanırlardı. benim omzumdaki meleklerden biri uyandığım andan itibaren nefes aldığım her saniye elindeki listeden bir maddeyi tikliyordu, diğeri ise tembellik yapmakla meşguldü -bir de arada kafayı dağıtmakla.

biz garaja geleli birkaç saat olmuştu. benim bayılmam okul müzik grubundakilerin sözde provasıyla beraber unutulmuş ve ortaya üç paket altılı bira koyulmuştu. tekli koltuklardan birinde oturuyor ve tavanı izliyordum. birkaç istisna olsa da herkes birbiriyle iyi anlaşıyor gibiydi. ortada eğlenceli bir sohbet dönüyordu ancak nedense kafamı veremiyordum. içeride iyice yoğunlaşan sigara dumanı benim de kafamı az da olsa döndürmüştü. kulağıma teneke kutuların ardarda açılma sesleri doluyordu. 

koltuğun arka tarafından üstüme eğilen heeseung görüş alanıma girdi. o elindeki birayı bana uzatırken ben de koltukta doğruldum. sol tarafımdaki üçlü koltuğun köşesine dayandı ve bana doğru eğilerek "bira ister misin?" diye sordu.

provalarını çöpe atmadan önce onun sesini biraz dinleme fırsatım olmuştu ve cennetten gelme bir sesi vardı, çok da yetenekliydi. uzun boyu, tarzı, bakışları ve hepsinin üstüne de bana karşı nazik tavırları eklendiğinde kendimi etkilenmekten alamıyordum. hayatım boyunca kayıtsızdım, sakindim. ama ilk defa birinden, bir şeyden bu kadar etkileniyordum.

lee heeseung bayılmama yol açmasa da minik, sabit bir ritimde giden kalbimin çizgisinde önceden tahmin edemediğim oynamalar yapıyordu.

"içesim pek yok." diye cevap verdim ona. sakince başını salladı ve elindeki kutuyu ortadaki sehpaya koydu, o koyar koymaz da hemen yanındaki jay kutuyu eline aldı ve açıp içmeye başladı. jay'in yanındaki jungwon ona telefonundan bir şey gösteriyor ve beraber üzerine sohbet ediyorlardı. yan tarafta da sunoo, sunghoon ve niki'ye bugünkü maçı anlatmakla meşguldü. ben de yorum yapmadan onları dinlemeye başladım.

yaklaşık bir saat daha yanlarında kaldım ve saat dörde yaklaşırken yanlarından kalktım. saat 5'te işte olmam gerekiyordu ve gitmeden önce eve uğrayıp hızlı bir duş almak istiyordum. bu işi almak için çok çaba harcamıştım ve sigara kokarak gitmek istemiyordum.

önce geldiğimiz yoldan geri yürüdüm ve parka geldim. yürüyerek geç kalma ihtimalim olduğu için parktan geçince otobüse bindim ve eve vardım.

dört katlı bir apartmanın dördüncü katında oturuyorduk. küçük bir evimiz vardı ancak ne annem ve babam ne de ben evde çok vakit geçirmezdik. asansörden yukarı çıkarken evde birisi var mıdır diye düşündüm. geceleri de çalıştığı için annem uyuyor olmalıydı. ben de kapıyı sessizce açtım ve içeri girdim.

tahmin ettiğim gibi annem koltukta uyuyordu. hızlıca içeri girdim ve duşumu aldım. altıma kumaş pantolonumu üstüme de beyaz gömleğimi giydim ve papyonumla yeleğimi çantama koydum. evden çıkmadan önce yemek masasının üzerindeki iki yemek kabından birini de çantama atıp hızlıca evden çıktım.

sahildeki bir restoranda garsonluk yapıyordum. pazartesi günleri hariç haftanın her günü çalışıyordum. pazar günleri öğlen ikide, diğer günlerde ise beşte işbaşı yapıyor ve on bire kadar mesai yapıyordum. denize sıfır, lüks bir yerdi. burada çalışmıyor olsam asla kapısından içeri giremezdim.

restorana giriş yapmak için arka kapıya yöneldim. direkt personel odasına açılan kapının önünde yeonjun hyung'a rastladım, telefonla konușuyordu ve oldukça hararetli bir tartışmanın ortasında olduğu belliydi. öyleki elindeki sigarasını yakmış ama onu izlediğim süre boyunca bir kere bile ağzına götürmemişti. kayalıkların arasındaki merdivenden aşağı indim. kapıdan içeri girerken sessizce ona selam verdim, o da göz ucuyla bana bakıp elini kaldırdı ve konuşmasına devam etti.

whisper of your heart : heejakeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin