Sabahın gri ışığı, Blackthorn Şatosu'nun ağır taş duvarlarına süzülürken, yağmurdan ıslanmış toprak bahçelerde parlıyordu. Gece boyu süren şiddetli fırtına yerini, kasvetli ve sakin bir sabaha bırakmıştı. Fakat Leora'nın içindeki huzursuzluk, sabahın sessizliğiyle azalmamıştı. Misafirlerin ayrılma vakti gelmişti, ancak Helena'nın varlığı hâlâ odanın içinde dolanıyordu; o sessiz bakışları, zarif hareketleri ve Leora'nın içinde uyanan yoğun hisler...
Leora, büyük salonun girişinde durmuş, Lord Argrave ve Helena'nın şatodan ayrılma hazırlıklarını izliyordu. Helena, babasının yanında duruyordu, sabahın ışığı altında bile bir masal figürü kadar narin ve zarif görünüyordu. Leora, Helena'ya gözlerini dikti, sanki bir şey söylemek istiyor ama kelimeleri bulamıyormuş gibi. Helena'nın bakışlarını yakaladığında, kalbinin bir an için durduğunu hissetti.
"Leydi Leora," diye seslendi Helena, ince bir gülümseme ile ona doğru yaklaşarak. "Size bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Şatonun sıcaklığı, bu fırtınalı gece için gerçek bir sığınak oldu."
Leora, Helena'nın huzur verici sesini dinlerken, bir an için Helena'nın ona dokunmasını diledi. Bu düşünce, Leora'yı hem ürküttü hem de ona karnını saran bir sıcaklık verdi. Ne kadar yakındı, ne kadar ulaşılmazdı... "Memnuniyetle," dedi Leora, sesinde sakin bir tonla. "Blackthorn Şatosu, her zaman güvenli bir limandır."
Helena, birkaç saniyeliğine sustu, sanki söylemek istediği başka bir şey daha varmış gibi. Gözleri mermer zemine kaydı, ardından tekrar Leora'nın safir rengi gözlerine döndü. "Gelecek hafta," dedi Helena, sesi daha yumuşak çıkmıştı, "evimizde bir balo düzenliyoruz. Sizin de katılmanızı çok isterim. Şatoda geçirdiğimiz geceye bir teşekkür olarak."
Leora, balo sözcüğünü duyduğunda içinde bir şeyin sarsıldığını hissetti. Hayatı boyunca böyle bir davet almamıştı. Babası, Leora'yı her zaman toplumun gözlerinden uzak tutmuş, onu adeta şatonun izbe odalarına hapsetmişti. Ne balolar, ne davetler... Bu tür etkinlikler, Leora için uzak bir dünya gibiydi. Ama Helena'nın daveti, bu uzak dünyanın kapılarını aralamıştı. Helena'nın yanında olmak, o kalabalıkların içinde bir ışık gibi parlamak... Bu düşünce, Leora'nın kalbinde derin bir yankı bıraktı.
"Bir balo," dedi Leora, bu fikrin ağırlığını kavrayarak. Cümleleri dikkatle seçti. "Beni davet etmeniz, büyük bir incelik. Katılmaktan onur duyarım."
Helena'nın gözleri ışıldadı. Gülümsemesi, Leora'nın içini ısıtan bir sıcaklık taşıyordu. "Harika," dedi Helena, içten bir mutlulukla. "Sizi orada görmek beni çok mutlu edecek."
Leora, bir şey söylemek istiyordu, ama kelimeler boğazına takıldı. Helena'ya olan bu çekim, sadece açlık değildi. Daha derin, daha saf bir şey vardı. Ama bunu ifade etmek... imkânsızdı. O an Lord Argrave'in keskin sesi, düşüncelerini böldü.
"Leydi Leora," dedi Lord Argrave, gözlerini Leora'ya dikerek. "Babanızla konuşmayı çok isterdim. Ancak maalesef, bir kez daha burada bulunamadı. Umarım bir sonraki karşılaşmamızda bizi onurlandırır."
Leora, bu sözlerin altında yatan mesajı açıkça hissetti. Lord Argrave, babasının yokluğuna dair şüphelerini dile getirmekten çekinmiyordu. Leora, içindeki huzursuzluğu bastırarak, soğukkanlılığını korudu. "Babam, şatonun işlerinden ötürü sık sık uzaklara gitmek zorunda kalıyor, Lord Argrave. Ancak döndüğünde sizi memnuniyetle ağırlayacaktır."
Argrave, ince bir tebessümle başını eğdi. Gözlerinde hâlâ sorgulayıcı bir ifade vardı, sanki Leora'nın söylediği her kelimeyi tartıyor, anlam arıyordu. Ancak Leora, bu sorgulayıcı bakışların onu sindirmesine izin vermedi. Lord Argrave geri çekildiğinde, Leora'nın dikkati yeniden Helena'ya döndü. Veda anı yaklaşmıştı, ama Helena'nın bakışlarında hâlâ bir yakınlık vardı—bir tür sözsüz iletişim, sıcak bir bağ.