Caddeye hayat veren lokantaya doğru yaklaşırken Han'ın adımları yavaşladı. Bu gece her zamankinden daha kalabalık görünüyordu. Kurt gibi aç olmasa bu kalabalığın içine karışmaya asla yeltenmezdi ama on iki saat yol çektikten sonra aralıksız 6 saat çalışmış ve tek bir lokma dahi yememişti. Üstelik ihtiyarın yemekleri şehir merkezindeki lüks otellerin boktan mutfaklarındaki boktan yemeklere taş çıkarırdı.
İçeri girdi ve en uç köşedeki tek kişilik masaya oturup ihtiyarın kendisini fark etmesini beklemeye başladı. Başını masaya yaslamış, bakışlarını mutfağın kapısına çevirmişti. Biraz sonra sallanan kapı sonuna kadar açıldı ve içeriden genç bir kız fırladı. Siparişlerini bekleyen kişiler gibi Han da kızı gözleriyle takip ediyordu. İlk kez görüyordu onu. Gerçi buraya gelmeyeli üç aydan fazla zaman olmuştu. Önüne dönüp hırkasının fermuarıyla ilgilenmeye başladı. Çok geçmeden mutfak kapısından dışarı adım atan ihtiyar etrafa hızlıca göz gezdirmiş ve bakışları Han'ı bulmuştu.
"Lan! Serseri! Öldün sandık, nerelerdesin?"
"Meraklı mısınız beni gömmeye?"
"Aman, sus bakayım!"
Lokanta sahibi Yelen, efendi bir ihtiyardı. Mahalledeki bazı bunak morukların aksine, Han'ın tam adını koyamadığı mesleği ile pek ilgilenmiyordu. Egzotik dansçı mıydı? Egzersiz dansçısı mı? Her neyse, para karşılığı zengin kadınlar için dans ediyordu işte. Bunda yasa dışı bir şey yoktu ya! Bu yüzden Yelen, bu sessiz çocuğun önüne yemek koyarken elini bol tutuyordu. Kendince mahalledeki bazı huysuzların ayıbını telafi etmeye çalışıyordu.
Yelen, yaşına göre fazlasıyla dinç olduğunu ispatlayan bir hızla masaya yaklaştı. Cebinden çıkardığı magneti masaya bırakırken huysuzca çatmıştı kaşlarını.
"Al şunu, üzerinde dükkanın numarası var. Bir dahaki sefere ortalardan kaybolacaksan ara, haber ver."
Cümlenin geri kalanında ağzının içinden söylendikten sonra elinde boş tepsiyle mutfağa dönen kıza seslendi.
"Tanla! Buraya bak!"
"Evet, dede."
Han, koşar adım yanlarına gelen genç kıza göz ucuyla baktı.
Dede mi?
İhtiyarın bir ailesi olduğunu bilmiyordu. Üstelik bu kız ihtiyara hiç benzemiyordu. İhtiyar kavruk tenli, yuvarlak yüzlü, sıradan bir adamdı. Saçlarının büyük çoğunluğu beyazlamış olsa da kalan birkaç telden onların da bir vakitler tıpkı gözleri gibi kahverengi olduğu anlaşılıyordu. Oysa bu kızın bembeyaz bir teni, başak rengi kısa saçları ve parlak ela gözleri vardı.
"Bir çorba, bir buçuk dana kaburga ve meze getir. Bir de salata."
"Salata istemiyorum."
"Konuşma! Dana yiye yiye dana oldun iyice. Biraz ot görsün miden. Gidebilirsin Tanla."
İhtiyarın babacan azarı karşısında Han sessiz kaldı. Başını tekrar masaya koyarken gözlerini kapatmıştı. Hemen ardından hızla uzaklaşan adımların ve mutfağın sallanan kapısının sesini duydu.
Yelen, bu genç serserinin yorgun yüzüne bakarken elinde olmadan yumuşamıştı. Delikanlının omzunu hafifçe sıktı.
"Hoş geldin çocuk. Afiyet olsun."
Bugün lokanta oldukça kalabalıktı. Yelen müşterilerle ilgileniyor olsa da mutfak tamamen Tanla'ya bakıyordu. Tanla, Han'ın siparişlerini hızlandırmaya çalışırken ondan önce gelen birkaç kişiyi biraz daha bekletmek zorunda kalacaktı. Bunun karşılığını düşük bahşiş ve memnuniyetsiz suratlarla alacağını bilse de umursamadı. Uzun zamandır bu anı bekliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şarkılar, Yaz ve Sen
RomanceTanla'nın sözcüklerle arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Ama şarkılar... Şarkılar her şeyi mükemmel bir açıklıkla anlatıyordu. Ve Han'ı tanıdığından beri bütün güzel aşk şarkılarının ona yazıldığını düşünüyordu.