Kapının dibine biraz daha sinip yok olmayı diledim. O kadar berbat hissediyordum ki, hiç var olmamış olmak güzel olurdu. Ruhum hiç acı çekmezdi. Kabuslar görmezdim. Bedenim iflas etmezdi. Kalbim sıkışmazdı.
Sanırım hastalığımın en boktan kısmındaydım. Banyo yapmak için girmiştim ve konuşmalarını duymayacağımı sanmıştım.
Erkek arkadaşım olduğunu düşündüğüm çocuk-gerçekten ne olduğumuzdan şüpheliydim- doktorumdan hastalığımı bir bir öğreniyordu. Güçsüzlüğümü dinlemesi tam şu an kalbimin durmasını istememi sağlıyordu.
Kilitli olan banyo kapısının dibine biraz daha sindim. Daha imkanı varmış gibi, incecik kalmış vücudumu biraz daha küçülttüm.
"Bunu duymak istediğinizden emin misiniz? Bakın, sizi Bayan Irwin'in yanında birkaç kez gördüm ama gerçekten aileden olduğunuzdan şüpheliyim." Doktorum bilgi vereceği kişiden emin olmak istiyordu.
"Hemen beni bilgilendirmeye başlar mısınız yoksa Ashton'ı mı çağırmalıyım?" İkizim bunu duysa kıçına tekmeyi basmıştı bebeğim.
"Pekala, sizi bilgilendireceğim."
"En ufak detayına kadar."
"Hastalığın adı Pulmoner Hipertansiyon. Halk arasında Akciğer Hipertansiyonu diye de geçer ve bir diğer adıysa Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon. Belirtileri nefes darlığı, solunum yetmezliği, baş dönmesi ve bayılma gibi güç harcama halinde ortaya çıkabilecek durumlardır. Hastalığın nedeni henüz açıklanmamıştır ve seyri, kalbin pompoladığı kanın akciğerler tarafından kabul edilmemesidir," diyerek asıl yeri söyledikten sonra biraz bekledi.
Akciğerlerime yıllardır yaptığım gibi küfür savurdum. Onlar akciğerdi. Neden kalbimin onlara yolladığı kanı kabul etmezdi ki? Bu kadar asi olmamalılardı.
"Tedavi? B-bunun tedavisini oluyor, değil mi?" Şaşkın Mavi'min yüzündeki ifadeyi tahmin edebiliyordum. Dehşete düşmüştü. Bu kadarını beklemediğini biliyordum. Sesi kısılmış, güçsüzleşmişti.
"Henüz hastalığın kesin çözümü bulunamadı. Ne yazık ki elimizden gelen tek şey ömrünü bir saat bile olsa uzatabilmek, hastalığı tedavi edecek hiçbir şey yok elimizde," diye cevap geldiğinde gözlerimi kapattım.
Zamanım doluyordu.
Luke, "Ne demek yok?! Onca şeyi buldunuz! Bunun tedavisini mi bulamadınız?!" diye bir anda bağırdığında ben bile olduğum yerde titredim.
"Sessiz olun, yoksa güvenliği çağırırım. Bizim elimizden gelen başka bir şey yok. Hastalığını kabullenmek zorundasınız." Acımasız bir doktorum vardı.
Kapı sesi geldiğinde, odadan daha fazla ses gelmedi. Bir anda derin bir sessizliğe gömülmüştüm. Banyo yapmaktan vazgeçtiğimden kalkıp üzerime yine hastane kıyafetini geçirdim.
Kapıyı açtığımda odanın boş olacağını düşünüyordum ama Luke, dehşete düşmüş şekilde odanın ortasında dikiliyordu.
Mavi gözleri beni bulduğunda, birbirimize öylece bakıyorduk. Bir şeyler söylememize gerek yoktu. Gözlerim ona beni kaybetme fikrine alışmasını fısıldarken, onun gözleri bana inatla beni bırakmayacağını hırlıyordu.
Kollarımı güçsüzce açtığımda bir anda yanımda bitti ve kaslı kollarını belime sarıp beni sarmaladı. Uzun boyu, ayaklarımın yerden kesilmesini sağlamıştı. Yaşlar akmaya hazırlanan gözlerimi yumup başımı boynuna gömdüm.
Bu kokuyu daha ne kadar duyacağımı bilmiyordum. Ölmem sorun değildi. Onunla daha önce tanışmış, daha fazla vakit geçirme imkanına sahip olmuş olmayı dilerdim. Hayatında bir yer edinmeyi, bana ait olması hakkında kesin bir şekilde konuşabilmeyi isterdim. Şimdiyse, benden uzaklaşmalıydı.
Bizim hikayemizin sonunda ona verebileceğim tek şey, vücudumu yutan soğuk bir mezar olurdu.
"Seni bırakmayacağım. Gitmene izin vermeyeceğim. Anladın mı? Tanrım, seni asla bırakmayacağım," diye deli gibi mırıldandı.
Mırıldanması bittiğinde yuvarlak metalli dudağını boynuma defalarca bastırıp milyonlarca öpücük bıraktı.
Ona iyi gelmeyecektim. İlk başta bencil bir şekilde ölmeden önce aşkı tatmaya benimde hakkım olduğunu savunurken, şimdi canını acıtmadan, sessizce gitmeyi diliyordum.
Hayat, bazılarımızın önüne ölümü acı bir yemek gibi çabuk bırakıyordu. Ve bizim onu geri çevirme şansımız bile yoktu. Tek sahip olduğumuz üstüne attığımız en özel soslardı. Sonumuz geldiğinde ise, ölümümüzü süsleyen en sevdiklerimizi de kurban etmiş oluyorduk.