-Taylor-
Taylor uyandığında saat 6 olmuştu. Ve kendini ilk defa –ailesinin başına gelen o korkunç olaydan sonra- huzurlu hissediyordu. Aslında buna şaşırmaması gerekirdi çünkü artık kendini o korkunç olaydan dolayı suçlamayı bırakmıştı ve dolayısyla gördüğü kabuslar da artık azalmaya başlamıştı. Dağınık yatağında doğruldu ve bir duvarının kırmızı , bir duvarının da siyah olduğu, bütük kitaplarının yerlerinden fırlamış, bütün giysilerininde yerleri süpürdüğü ultra dağınık odasına baktı. “Sahi kaç sene oldu? Altı mı? Vay.”diye düşünürken telefonu çaldı. Arayan kişi tabiki de en yakın arkadaşı Luke’du.
Taylor: Efendim?
Luke: Hadi kalk seni uykucu. Bugün hayatının en önemli günü. Yoksa unuttun mu? Sakın bana unuttuğunu söyleme…
Taylor: Tabiki de unutmadım seni şapşal herif. İnsan hayatının en önemli günlerinde birini unutabilir mi hiç?
Luke: Oh. Eee..Şey sanırım haklısın. Ben seni tutmayayım. Sana asistanlık sınavında başarılar. Görüşürüz koca adam.
Taylor: Teşekkürler. Bay bay koca göbekli.
Luke : Ah hey dur bir dakika! Sınavın bittikten sonra beni ara mutlaka. Sana bir süprizim var.
Taylor: Bak dostum eğer geçen seferki gibiyse seninle sonsuza dek konuşmam bunu bil.
Luke: Ah dostum. Geçen seferkinin bir felaket olduğunu kabul ettiğimi biliyorsun. Bak tekrar özür dilerim tamam mı? Oldu mu?
Taylor: Tamam tamam. Hadi kapat benim hazırlanmam lazım.
Taylor telefonu kapattı ve bir süre ekrana bakarak Luke işte diye düşündü. O her zaman işin dalgasına kaçan bir tipti. Hayatı kale almayan şu vurdumduymaz tiplerden…
Yataktan kalktı ve güç bela da olsa odasının o kocaman ve şarap rengi perdelerle kaplı , beyaz çerçeveli penceresine ulaşmayı başardı. Pencereyi açınca içeri mis gibi yasemin çiçekleriyle dolu Los Angeles havasının ve insanın içini ısıtan parlak Los Angeles güneşinin girdiğini hissetti.
Evet, harika bir gün onu bekliyordu…
-Jessamine-
Jessamine uçaktan indiğinde saat altıydı. Tam on üç saattir uçaktaydı ve uçaklardan nefret ettiği düşünülürse, gerçekten iyi dayanmıştı… Bir yandan telefonunu açarak annesini aramaya diğer yandan da bavullarını taşımaya çalışarak çıkış kapısına doğru ilerledi. O anda kafasında o kadar çok soru vardı ki… Neredeydi bu boğucu havaalanının çıkışı? Okulu neredeydi? Yurt binası güzel miydi? Oda arkadaşı nasıl birisiydi? Ailesi onu merak etmiş miydi? Sorular sorular.. Derken annesi telefonu açtı;
Julia: Jessie! Tatlım biz de tam senden bahsediyorduk. Nasılsın? Yolculuğun nasıl geçti?
Jessie : Ben çok iyiyim anne. Sadece , sadece havadayken biraz tedirgin oldum… Bilirsin işte her zamanki ben.
Julia: Ah tatlım benim. Keşke seninle gelmeme izin verseydin.
Jessie: Ben artık çocuk değilim anne. 20 yaşındayım.
Julia: Peki tatlım. Sen nasıl istersen öyle olsun. Baban ve Carrie’de sana öpücük gönderiyorlar.
Jessie: Sen de benim için onları öp anne. Bak , şimdi gitmem lazım. Sonra görüşürüz.
Julia: Görüşürüz tatlım. Sık sık aramayı unutma.
Jessie telefonu kapattığında o havası boğucu olan, içinde insan kalabalığından başka bir şey olmayan LAX havaalanından –ki bir gün önce orada yaşayabileceği kadar hayran olduğunu düşünüyordu- dışarı çıkmıştı bile. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle kafasını kaldırdı ve senelerdir rüyalarına giren şehre,Los Angeles’a sanki her bir köşesini ezberlemek istermişçesine baktı. Up uzun gökdelenleri , yasemin kokulu havası ve parlak güneşiyle bu şehir tam da onun yaşamak istediği şehirdi. Kendini rüyada gibi hissederek tek tek merdivenleri indi ve bir taksiye bindi. Böylelikle yeni hayatına adım atmış oldu.