(Gerçek bir olay. Sadece yaşananları biraz kurguladım o kadar. )
http://tr.wikipedia.org/wiki/Pel%C3%A9e_Da%C4%9F%C4%B1 burda bilgi var. :)
Peleé Dağı - 8 Mayıs 1902
Kışın sonlarıydı. Havalar yavaş yavaş ısınmaya, etraf yeşillenmeye başlamıştı. Kuşların cıvıltısı duyuluyordu ve güneş artık neredeyse her gün yüzünü St. Pierre’deki insanlara gösteriyordu. Herkes gibi Amar da bu durumdan mutluydu çünkü artık ısınacak bir köşe bulmak zorunda değildi. Titreyerek uyuduğu günler sona ermişti. Bahar gelmişti. Artık tek sorunu yiyecek bulmak olacaktı ama bu biraz zordu çünkü kış sert geçmişti ve ufak çaplı bir kıtlık dalgası halkı etkilemişti. Yine de bu sorunu yeni olmaya başlamış meyvelerden giderebilirdi. Zaten yakında da iş aramaya başlayacaktı. Fazla boş durmuştu.
Amar elleri ceplerinde yürürken bir fırının önünden geçti. Burnuna gelen pişmiş ekmek kokuları ona acıktığını hissettirmişti. Midesi iyice kazınmıştı ve etrafta hiç bahçe göremiyordu. O anda aklına bir şey geldi. Hızlı adımlarla fırına yaklaştı. Yaptığı yanlış olsa da günlerdir açtı ve artık dayanacak gücü de kalmamıştı. Bir şeyler yemeli, kendine gelmeliydi. Sonra nasıl olsa çalışır parasını öderdi bir şekilde.
Fırının kapısına geldiğinde dikkat çekmemeye çalışarak içeriye göz attı. İçerideki adamın arkasının dönük olduğunu ve hamurlarla uğraştığını gördü. Eğer yapacaksa şimdi yapmalıydı. Bir daha fırsatı olmayacaktı çünkü. İçeri sessiz ama telaşlı bir adım attı. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki sanki adam sesini duyup onu fark edecekmiş gibi hissediyordu Amar. Raflarda duran ekmeklerden birine uzandı ve onu aldı. Tam arkasını dönüp gidecekti ki çok sesli bir gürleme duydu ve belinde hissettiği ani acıyla yere düştü.
Adam onu görmüştü. Elindeki oklavayla da Amar’ın zayıflıktan incecik kalmış kırılgan beline sert bir darbe indirmişti. Amar acı içinde kıvranıyordu. Derisine içten sivri bir şeyler batıyordu. Bağırmak istiyordu ama yaşadığı panik yüzünden boğazı kurumuştu ve bağıramıyordu. Adam ise ona acımadan art arda darbelerini indiriyor, durmuyordu.
Amar gözünü açtığında karanlık bir hücrede, soğuk bir zeminde yatıyordu. Şu an bulunduğu yer ve zaman hakkında en ufak fikri yoktu. Hatırladığı şeylerde bazı boşluklar vardı ve yavaş yavaş her şey gözünün önüne geliyordu. En sonunda neden burada olduğunu hatırladı. Kalbinde bir sıkışma hissetti. Ayağa kalkmak istedi ama kalkmaya çalışırken başı döndü ve düştü. Düşerken de yere yüzüstü yere yapışmamak için hızını elleriyle yavaşlattı. Yer ıslaktı. Islaklığın ne olduğunu anlamaya çalışırken büyük demir kapı gıcırtılı bir şekilde açıldı. İçeri giren gün ışığı Amar’ın gözlerini kamaştırmıştı. Ani bir hareketle kafasını eğdi. Yere baktığındaysa yerdeki ıslaklığın kan olduğunu fark etti. Yerdeki kan kendi kanıydı ve çok fazlaydı. Amar midesinin bulandığını hissetti. Daha önce farkında olmadığı vücudunun her noktasındaki morlukları şimdi fark ediyordu ve acıları dayanılmaz şekilde fazlaydı.
İçeri giren gardiyan koyduğu tepsiyi ayağıyla önüne doğru itti. Tepsiyle beraber içeri birkaç taş parçası da girmişti ve sertçe Amar’ın kafasına çarpmıştı. Amar’ın acıyla inlemesine aldırmayan gardiyan hiç de hoş olmayan birkaç kelime homurdandı ve demir kapıyı olabildiğince hızlı bir şekilde kapatıp çıktı. Amar hiç iyi hissetmiyordu. Kalbi pişmanlıkla parçalanırken kırık kemikleri de bu durumda ona hiç yardımcı olmuyordu. Uyumaya çalıştı ama başaramadı. Bu halde imkânsızdı zaten uyuyabilmesi.
Amar o geceyi ve onu takip eden üç koca ay boyunca her geceyi kendine kızarak geçirdi. Bunun hiçbir şeye faydası olmuyordu ama bir türlü de vicdanını rahatlatamıyordu. Hata yapmıştı. Bunu biliyordu. Ama kötü bir insan olmadığını da biliyordu. Sadece acıkmıştı ve bir an için açlığına karşı koyamamıştı. O bir an da hayatını karartmıştı. Daha önce hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti. Burda günde iki defa gelen gardiyanın getirdiği yemeklerle biraz olsun karnı doyuyordu belki ama özgürlüğünü kaybetmişti. Dört tane duvarın arasında sıkışıp kalmıştı ve nefes alamıyordu.