"Hayat, felaket, yalnızlık, yüzüstü bırakılmışlık, yoksulluk kendine göre kahramanları olan savaş alanlarıdır."- Victor Hugo
Her küçük çocuk gibi bende bu dünyanın kirlenmiş gökyüzünde asılı duran, uçsuz bucaksız gökkuşağının saf, henüz kötülüğün değmediği bir renkte gizlenmiş, biraz utangaç, biraz şakacı ve saf bir çocuktum. Evet, kesinlikle fazla saf bir çocuktum.
Annemin her sabah beni üzerinde altın rengiyle cilalanmış 14 sayısı yazan, beyaz boyalı ahşap kapıdan uğurlamadan önce ince ince saçlarımı ördüğünü, mayhoş, yeşil elma kokusuyla ciğerlerime dolduğunu ve beni sıkı sıkı o cılız kollarıyla sardığını hatırlıyorum. Dünyanın en güzel yeridir bir annenin kolları, koruyucu bir kalkan gibidir, seni tüm gücüyle, belki çokta güçsüz gözükse de, sakınır kirli ellerin kararmış lekelerinden...
Annem bir kuaför, babam ise basit bir memurdu. Orta halli bir ailenin dünyaya, bilimin binbir masraflı, mucize eseri olarak getirdiği tek çocuğu olarak hayata başlamış olmanın avantajını yaşıyordum, her çocuktan biraz daha fazla ilgi biraz daha fazla oyuncak... Sanırım bir çocuğun hayatında ki en önemli sıkıntı bunlardı.
Minik bir servis aracım olduğunu anımsıyorum, şoförü korkutucu olduğu için onunla ilgili tüm anılar aklımdan silinmiş, bunu çokta önemsemiyorum zaten. Annem beni o servise her bindirişinde anlımdan öperdi. Onun öpücüğünün yerini ne kimse ne de başka bir anı doldurabilir. Her annenin öpüşü kutsaldır çocuğu için lakin kimse anlamaz bunu ta ki kaybedene kadar. Ben kaybettim. Hala, her gece anarım o şefkat dolu öpücüğü.
Brooklyn'in küçük kreşlerinden birindeydi kayıdım, üzerinde küçük hayvanların olduğu koca bir tabelası, bir çocuğu korkutacak derece de ağzı açık gülen, kırmızı, gür kıvırcık saçları muşambadan yapılmış kafasına dikilmiş bir palyaço kuklası vardı. Kreşin adını hatırlamıyorum, hatırladığım çok daha keskin şeyler var.
Henry Morgan, kukla palyaçosunun saçları kadar kıvırcık, sarı saçlara sahipti, ufuk çizgisi kadar mavi gözleri ve iri yanakları vardı. Yanakları olgunlaşmış kirazlar kadar kırmızı olurdu hep, annesi ona iyi bakardı. Her gün devasa bir burgeri bitirir hatta onunla yetinemeyip diğer çocukların beslenmelerini de elinden alırdı. Hani, şu her kreşte olan, zengin kabadayılardan biriydi. Elinden yemeğini aldığı çocuklardan biri de bendim.Vermek istemezdim ama altı yaşındaki bir kız çocuğuna göre fazla güçlü olduğu inkâr edilemez bir gerçeğin gün ışığının çıplaklığı ile aydınlanması kadar apaçık ortada olurdu.
Bir gün direndim. Açtım. Küçük bir çocuğun gerçekten aç olduğunda ne kadar inatçı olduğunu bilirsiniz, o küçük kırmızı sapı avuç içlerim kanayana kadar bırakmadım. Bırakamadım. Belki de o an pes etmeyi çok istedim, tıpkı yenilen bir boksör gibi terlemiş ellerimi kaldırıp tepemden aşağı minik, beyaz bir havlunun düşmesini istedim, sonrada sahayı terk edip gitmek... Hayatın şansla yürüdüğünü söyleyen bir iki çift söz... Ama etrafta sürekli tezahürat yapanlar buna izin vermedi. Sonra olan oldu.
Henry Morgan kasıklarıma doğru bir tekme attı, plastik, acı dolu sürtünüşüyle parmağımda ki yumuşak deriyi kaldırırken, cılız, minik bedenim geriye sendeledi. Etrafta tutunacak bir destek arayan kollarım beklediği şeyi bulamayınca vazgeçti, vücudum masaya düşerken tak eden ses, vücudumun porselen bir bebeğin düşmesi gibi, derinden gelen kırılma sesi hala kulaklarımda bir çığlık şeklinde yankılanır.
Bundan sonrasını ben de çok hatırlamıyorum. Sadece koyu karanlığın peşinde getirdiği iki çığlık, biri benim biri Henry'nin. Sonrasında silinmiş bir ruhun ardında bıraktığı morarmış bir beden var. Henry Morgan altı ekim günü öldü. Benim tarafımdan. Ellerimde bir kan yoktu, kanı zihnimin en derinlerine işlemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
"civil war" ; captain america [askıda]
FanfictionSecret Invasion Series #1 " Herkes bir kahramanı sever, insanlar onlar icin sıraya girer, onları alkışlar, isimlerini haykırırlar. Yıllar sonra onlara bir saniye daha dayanmayı öğreten adamı bir saniye görebilmek için yağmur altında nasıl saatlerce...