Bölüm 2

106 9 7
                                        


Dostoyevski'yi çok severek okurum. Hemen hemen tüm eserlerini okumuşumdur. Hmm.. yani sanırım.. Bir insanın iç dünyasını, içinde yaşadığı tüm duyguları, yer aldığı her ruh halini öyle acımasız öyle net bir şekilde anlatır ki, örnek vermem gerekirse eğer, kurgudaki kahraman bir cinayet işlediyse sanki bu cinayeti siz işlemişsiniz gibi hissedersiniz. Bir kitabında, hangisi olduğunu inanın şuan hatırlayamıyorum,

" Sevmek; güzel birinde aşkı aramak değil. O kişide, bilmediğin bir zamanın beklenmedik bir anında, kendini bulmaktır. " demiş. Cümledeki gerçekliği kendi hayatımda Kyungsoo'yu gördüğüm o an hissetmiştim. Benim için birini sevmenin tanımı tek bir cümleden ibaret;

' Kendini unutmak. ' ..

Ailenizden başka birini, yani kan bağınız dahi olmayan birini tüm kalbinizle sevebilmek Tanrı tarafından verilen bir hediyedir bence. Ben, çok şükür ki aşkı yaşamadan ölmeyecektim. Canım acısa da, her an ölecekmiş, bir okyanusun diplerine düşmüş, boğulacak gibi olsam da her nefeste, aşkı tattığım için pişman olmayacaktım. Olmadımda.. Kyungsoo'yu sevdiğim için hiç pişman olmadım. Ama kalbimin sevdiğim adam tarafından lime lime edilişine aldanıp ondan çok kısa, belki saniye, belki bir nefes alıp, verene kadar olan süre içerisinde ondan nefret ettiğim için çok pişmanlıklar duydum..

Kyungsoo'yu gördüğüm o an, içimde kapanmayan o kapılarım çok büyük gürültüyle kapanmıştı. Ben, ' Kyungsoo'da, bilmediğim bir zamanımda, beklenmedik bir anımda, kendimi bulmuştum. ' Yani Dostoyevski haklıydı. Ben tamamlanmıştım. Ya da tamamen yok olmuş.. Bunu bende bilmiyordum, yaşayarak öğrenecektim. Canım kanaya kanaya belkide.. Kim bilir..




" SANA BURADAN DEF OLMANI SÖYLEDİM"

Kyungsoo'nun kırcıllanmış boğuk sesi ikinci kez kulaklarımda yankılanırken bakışlarımı sabitlediğim kurumuş dudaklarından ayırarak gözlerine çevirdim.

"İyi görünmüyorsun, bir şey mi oldu?" 

Sesim, fırtına ve yağmurdan çılgına dönmüş dalgaların arasına kaybolmasın diye, normalde olduğundan fazla çıkmıştı. Kyungsoo minik burnunu çekerek gözlerini bileklerine kadar çektiği elleriyle sildikten sonra bana döndü. Bir insan o çökmüş anından bir saniye sonra böylesine güçlü görünebilir miydi? Görünüyordu işte. Sanki az önce, elinden şekeri alınmış küçük bir çocuğun mahsunluğunu, hüznünü taşıyan o değilmiş gibi gözlerini bana hiddetle dikmiş, sanki onu ağlatan kişi benmişim gibi bana bakıyordu. Gözgöze geldiğimiz o an, hayata olan tüm sorgularım siliniverdi. Tüm soru işaretlerim, içimde anlamlandıramadığım tüm hesaplaşmalar,kavgalar son buldu. 13.200 parçalık bir puzzleı bitirmek için eksik olan tek parçayı bulmuş ve yerine koymuş gibi tamamlanmıştım. Ben, ona öyle bakarken, Kyungsoo'nun sinirden kızaran yüzünü, patlamaya hazır bir bombaya dönüştüğünü farkedememiştim ki sesiyle irkildim;

" Bir şey mi oldu mu ? İyi mi görünmüyorum mu ? SEN KİMSİN? dışarda tek başına oturan her insanın yanına geçip böyle oturuyor musun? üstüne üstlük sana burdan defolman söylendiği halde? " 

 " b-ben hayır.."

" Hayırsa git"

" hey! sana diyorum gidecek misin artık yoksa yaka paça bu sahilden ah pardon eksik oldu bu kasabadan atılmak mı istersin? "

Kyungsoo ayağı kalkarken söylediğinde kendimi toparlayıp kıçıma yapışan ince altın sarısı kumları silkeleyerek bende ayağı kalktım. Boyu benden kısaydı. Başı göğüs hizamda, bacak boyu kısa ve omuzları sevimli bir kaplumbağayı andırır derecesinde dardı. Gözlerim, onun üzerinde gezinirken, ellerine kaydı parmaklarını inceledim. Tırnakları ve tırnak diplerindeki yaralar kemirilmiş olduklarının sinyalini çok net veriyordu. Yani sıkıntılıydı. Canı sıkkın, yaşadığı hayattan zevk almayan kendi yarattığı boşluklarında yaşayan ve en önemlisi huzursuzdu. Benden ufak görünüyordu o yüzden, yaşını kestiremiyordum. Bakışlarımı yüzüne çevirdim bu defa. Saçları yanlardan kısa traş edilmiş fakat kahkülleri alnına düşecek kadar uzundu. Yağmurdan ıslanmış olduğundan mıdır bilinmez rengi siyahın en koyu tonlarıydı. Kaşları kalın yine siyah renginde. Sonra gözleri.. İri, normal insanların aksine büyük gözlerinin içine serpiştirilmiş küçük siyah bilye göz bebekleri, sanki gecenin karanlığına hapsolmuş bir baykuşu andırıyordu. Öyle karanlıktı ki, baktıkça içine çekiliyordunuz karanlığın. Dibe batıyordunuz sanki. O dibe girmek istememe gibi bir lüksünüz yokmuşcasına çekiliyordunuz içine. Kayboluyordunuz.. Ben Kyungsoo'yu incelerken istemsizce hiç kapanmayan dudaklarına kaydı gözlerim. Kalın dudaklar ağladığı için olduğundan daha da koyulaşmış rengiyle ve şişkinliğiyle kiraza benziyordu.

" hasta mısın?" dedim gözlerim hala dudaklarındaydı. 

" sen mi? evet kesinlikle!" Kyungsoo parmaklarını çıtlatarak devam etti.

" Gitmeyecek misin? O halde ben gidiyorum! " yürümeye başladığında kolundan tutup tekrar yüzyüze gelecek şekilde karşısına geçtim. Onunla tanışmalıydım. En azından tam ismini öğrenmeliydimki, bir daha karşısına çıkabileyim.

" Adın ne ? "

Pat diye sordum. Kyungsoo yarım ağız imalı bir gülümseyişin ardından hala kolunda olan elimi indirip duyamacağım bir şekilde bir şeyler mırıldandığında yağmur şiddetini arttırmış sahilde olan insanlar evlerine gitmek için koşuşturuyordu.

" Adın ne? "

Sorumu yinelediğimde Kyungsoo kafasını bana doğru çevirdi ve gözlerini gözlerime dikti. Göz bebekleri hiç titremeden öyle bana bakıyordu bense gözbekekleri aksine zangır zangır tüm vücudumun titremesine engel olamıyordum. Bana neler olduğunu, neden böyle titrediğimi ya da neden -beni tersleyip durduğu halde- bu minyon çocukla böylesine ilgilenmemin sebebini çoktan anladığım için bunun üzerinde pek durmadım. Bu yüzden, tekrar ismini sormak için ağzımı araladığımda Kyungsoo'nun konuşmasıyla soluk boruma yapıştı sözlerim.

" Kyungsoo."

" Adım Do Kyungsoo."

" Şimdi önümden çekilirsen adamlarım senin o güzel ağzını dağıtmadan çok sevdiğim evime gideceğim. " 

The PainHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin