YEKPARE BÖLÜM 1: KAYIP

55 4 3
                                    

Yıllardır hava almıyormuş gibi bulunduğum yerdeki tüm havayı içime çekecek kuvvette bir solukla gözlerimi açtım. Nefes aldığımı anlamanın üstünden geçen bir kaç saniye sonra omuzlarımdan beni hırsla sarsan kolların sahibi okyanus mavisi gözleri olan sahibini fark ettim. Panikten odağını kaybetmiş gözlerimi bir kaç kez daha kırpıştırdım.
Okyanus mavisi gözleri çevreleyen derin kırışıklıklara takıldım bu sefer. Dibime tamamen girmiş olan yüz, biraz gerileyince kır saçları özenle geriye taranmış, kırklı yaşlarının sonunda görünen adam konuştu:
"İyi misin kızım? " Sesi tok ve kendinden emindi. Sanki nerede , ne yapılması gerektiğini daima en iyi bilen şu mükemmel insanların en güzel örneklerinden biriydi karşımdaki adam. Evet, bunu söylediği iki kelimeden anladım. O kadar barizdi ki.
Yüzüme tekrar yanaşan gözler beni tararken, birden suratıma çarpan nefesten rahatsız oldum ve hızla -sanırım biraz fazla hızlı- geri çekildim. Âni çıkışımdan pek etkilenmemişe benzeyen adam , sadece bir kaç santim gerilemişti. Bana hâlâ ısrarla bakan endişe yumağı gözlerinden cevap beklediği anlaşılıyordu. Bir an cevap vermediğimi hatırlayarak:
"İyiyim." Dedim. Fakat sesim fazla pürüzlü ve kısık çıkmıştı. Dediğimi doymamış olacak ki koridorun karşısından elinde tıbbî ıvır zıvırların olduğu bir tepsiyi taşıyan bir hemşireyi kolundan tutarak çevirdi. Çevik bir hareketle beni gösterip bir şeyler söylemeye hazırlanan adama fırsat vermeden, ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla konuşmam da bir oldu:
"İyiyim ben." Biraz fazlaca yüksek çıkan sesimle dikkatleri üzerime topladım.
Hemşire, buna inanmamış gibi elini omzuma koyup yumuşak bir sesle:
" Emin misiniz? İyi görünmüyorsunuz." diye sorarken, diğer taraftan elini beyaz önlüğünün cebinden ucu görünen şırıngaya götürmüştü bile. Şırıngayı görmemle gözlerim büyüdü ve hızla cevap verdim:
"Hayır, hayır. Gayet iyiyim." Daha inandırıcı olması için de yüzüme zoraki bir gülümseme yerleştirip ekledim: "Teşekkürler. "
Pek inanmamışa benzemese de benim gibi yüzü terden sırılsıklam olmasına rağmen yapmacık yapmacık sırıtan bir kaçıkla uğraşmak istemediği için omuz silkti. "İzninizle." diyerek Okyanus Amca ile aramızdan ayrılırken amcaya döndüm:
"Kolay gelsin." Bana öylece bakmaya devam edince yanlış repliği kullandığımı anlayıp, aceleyle düzelttim: "Yani teşekkür ederim diyecektim. İyiyim ben." Bu sefer daha içten ve daha yorgun bir gülümsemeyle cümlemi pekiştirdim.
Arkadan birinin hastahanede cep telefonu kullanımına yasaklama getirilmesiyle ilgili homurtusunu duyduktan sonra telefonumun hâlâ çaldığını anladım.
Aceleyle az önce oturduğum banka adımlayıp, çantamdaki telefonu aldım. Kimin aradığına bakmadan , üzerimdeki kötü bakışlardan bir an önce kurtulabilmek adına yeşil tuşu kaydırdım:
"Efendim?"
"Alo, Katre! Kızım, iyi misin sen ya? Başına bir şey geldi sandım. Niye açmıyorsun sen o telefonu? Süs diye mi alındı o, he?"
Bir solukta sıraladığı cümleler bunaltıcıydı. Hele bir de o cırtlak sesten hiç durmadan çıkınca. Gözlerimi devirip, arayan kişiye baktım: Bayan Aksilik.
" Dicle, bir sus kızım ya!"
Sonunda sesimi duyunca bir an sustu. Ama bunun çok sürmeyeceğini bildiğimden ve cırtlak bir nutuk daha kaldıramayacağım için hemen tekrar konuştum:
" Uyuyakalmışım. Duymadım aradığını. Sakin ol, iyiyim." İnanıp, inanmamakla bocaladığı bir kaç saniyenin ardından kararını açıkladı:
"İyi, öyle diyorsan. " Gülümseyerek, onu ikna etmek için çabaladım:
" Gerçekten iyiyim, biriciğim benim." Yüzümde sıcak bir gülümseme yer bulurken, "Seni merak eden insanların olması güzel bir şey. " diye geçirdim içimden. O da bunu hissettmiş gibi:
" Merak ettim sadece. " dedi masum bir tonda. Sanki görebilirmiş gibi başımı sallayıp konuya girdim:
"Ne oldu?" Bu tavırlarıma alışkın olduğu için öküzlüğüme takılmadan sorumu yanıtladı:
"Yarın okul var ya, Tülin Hoca'yla konuştum bugün. Geç gelebilirmişiz. Onu haber vereyim dedim. Whatsapptan yazdım ama görmedin."
Yarın okul mu vardı? Allah'ım, tamamen unutmuştum! Hızla telefonu kulağımdan uzaklaştırıp, tarihe baktım. Ayın on dördüydü. Elimi alnıma vurup, nasıl unutabildiğimi sorgularken telefona tekrar döndüm:
" Evet ya, yarın okul var. Unutmuşum tamamen."
Beklediği sanki buymuş gibi aceleyle konuşmaya başladı:
" Ya aslında ben bunun için aramıştım. Tahmin ettim unuttuğunu da işte kırılırsın diye söyleyemedim."
Cevabım derin bir iç çekiş oldu.
"Kuzum benim. İş-hastahane, hastahane-iş. Normal tabi unutman. Üzülme, ne olur. " dedi en masum ses tonuyla, ben cevap vermeyince. Yenilmişlikle başımı sallayıp:
"Hayır, hayır. Haklısın." dedim konuyu değiştirmek için.
"Diyorum ki, yarın erken çıkalım. Hem görüşemiyoruz bayağıdır hem de Sedat Abi'yle konuştum. Gelsin, yarın işe başlasın dedi. Biliyorsun, hiç sevmiyorum şu çalıştığın yerdeki kroyu. Neydi adı ya? " Gülerek, cümlesini tamamladım:
"Kasım."
"Hah, işte ne haltsa. Yiyecekmiş gibi bakıyor sana ibne." Gülerek, onu onayladım. Bir an göremeyeceğini fark edip konuştum:
" Biliyorum Dicle. Ama ben de keyfimden durmuyorum o itin yanında. " dedim tiksinti dolu bir sesle.
" Neyse ne işte, kurtuldun artık. " dedi o da benimkine tezat cıvıltı dolu bir sesle. Dicle'nin hiç bitmek bilmez neşesi bulaşıcıydı. Kıkırdayarak onu onaylayan sesler çıkardım.
Arkadan annesi seslenince şu çok meşhur son anda plan yapma marifetini uygulayarak ekledi:
" Yarın, dokuzda. Rüzgar Kafe'de balım. Öptüm. " diye yine aynı cıvıltıyla telefonu kapattı. Aşırı iştahlı öpücüklerinden bir, iki tane bırakmayı ihmal etmeden tabi. En sesli olanlarından.
Telefonu kotumun arkasına sıkıştırıp, çantamı aldım. Yorgun adımlarla, babamın yattığı koridora gitmek için ilerlemeye başladım. Tam köşeyi dönmeden önce bana dikkatle bakan okyanus mavisi gözlerin odağına yakalandı bakışlarım. Bir an tüm telefon konuşması boyunca o gözlerin beni adım adım izlediğini hissederek ürperdim.
Hâlâ kopamadığım adama başımla hafifçe selam verip önüme döndüm. Garipti. Az önceki endişeyle bulutlanan gözlerle şimdiki temkinli ve araştırmacı gözler arasında dünya kadar fark vardı. Başımı sallayıp, bunu bir kenara ittim. Şimdi daha büyük problemlerim vardı. Babamı kontrol edip, eve geçmeli oradan çocukları Nazife Teyze'den alıp, dinlenmeliydim. Araya sorguya çekilmesi gereken bir adet "Deniz" faktörünü de katmak gerekiyor tabi.
Babamın odasına girip, direk banyoya geçtim. Elimi yüzümü buz gibi suyla yıkayıp, saçlarımı gelişi güzel topladım. Aradan kaçan tutamları umursamadan, morarmış göz altlarımı inceledim bir süre. Üç ayda on yaş yaşlanmıştım sanki. Biraz daha bakmaya devam edersem kâbusun kalıntılarının üzerime çullanacağını bildiğim için hızla çeşmeyi kapatıp, banyodan çıktım.
Babamın baş ucuna gelip, serumunu değiştirdim. Gerekli bir kaç tetkiki daha uyguladıktan sonra karmaşık el yazımla doldurdum kağıdı: Stabil.
Üç aydır böyleydi babam. Değişen hic bir şey yoktu hayatında. Ne bir adım ilerliyor, ne de bir adım geriliyordu. Kâğıtlara hep aynı sonuçlar işleniyordu. Üç ay önce hayatımı çıkmaz bir sokağa sürükleyen o talihsiz kazadan beri böyleydi. Üç aydır kapalı tuttuğu göz kapaklarının altında, gözleri bu dünyaya kapalıyken nereye açılıyor, beyni olduğu yerde neleri üretiyor, nelerden vaz geçiyor hiç bilmiyordum.
Neyi beklediğimden de emin değildim aslında. Uyanmasını mı istiyordum? Belki. Mutlu olurdum, sevinirdim, heyecandan elim ayağıma dolanır, yatağının yanında uyanır da susarsa diye her zaman hazır bekleyen kristal bardaktaki suyu öylece üzerine boca ederdim.
Gülümserdi o da bana. Mavi-yeşil gözlerini yorgunluğun, yeni hayata tutunmanın yıpratıcılığı bürüse de gülümserdi. Tutardı ellerimi sımsıkı. Küçücük ellerim kaybolurken baba şefkatinin çizgi çizgi yol aldığı ellerinde, "Yanındayım." derdi. "Yanındayım, sakarlar kraliçesi." Sonra saçlarımı okşardı, kırılmamdan korkarcasına usul usul. Ve eklerdi:
"Sen yalnız değilsin, kızım. " Dünyalar benim olurdu o zaman. Böyle atlardım kucağına, küçük bir kız çocuğunun sığınışı gibi sığınırdım kollarına. Sarardı beni, üç ayın acısını çıkarmak istercesine ben hüngür hüngür ağlarken; bittiğini, artık geçtiğini söylerdi. Bir-iki saat yok, yok rahat bir dört saat inmezdim güvenli limanımdan. Sonra... Sonra... Gerçekleri konuşma zamanı gelirdi.
Deniz'i sorardı, ikizleri. Ve... Ve annemi. Ne derdim ona ben? "Buralarda olacaktı babacığım, gelir birazdan." Kaç dakika verirdi ki bu bana? Bir-iki, bilemedim on. "Önemli bir işi çıktı babam, çok önemliymiş. Aslında buradaydı, senin uyanmanı bekliyordu ama." Sonunda beklenti dolu, kocaman bir "ama" yla biten bu cümleye kahkahalarla gülerdi herhalde. Ben bile inanmazdım ki kendi ürettiğim bu bahaneye. Annemin babama bakışını bir kere gören kimse inanmazdı. İnanamazdı. Çevremizdeki herkes bilirdi Hasret ve Levent'in aşkını. Dağları delmese de babamın geçmişte annemin gönlünü çalmak için ne çok uğraştığını.
Diyebilir miydim ona "Baba annem birdaha dönmeyecek." diye? Cesaretim var mıydı? Bu hayatta en nefret ettiğim şey, korkaklıktır ama o an ben bile saklanırdım, korkakların o karanlık sokaklarındaki bir mazgalın altına. Bir kere cesaretim olsa dayanamazdım ki ben babama. Bu kadar uzun bir süre sonra kavuşmuşken hem de.
Bunca karmaşa içerisinde emin olduğum tek bir şey var ki, ben bunu daha kendime bile itiraf edememişken, babama hiç söylemezdim. Başka biri söylese izlemeye dayanamazdım. Gözlerinde yeni yeni tutuşan hayat kıvılcımlarının teker teker sönmesine dayanamazdı yüreğim. Ölü gibi yaşamasını kaldıramazdım.
O yüzden isteğim uyansın mı uyanmasın mı, hiç bilmiyorum. Uyanacaksa da tek temennim acı çekmesin. Ki bu multi saçma bir dilek. Uyansa bir dert, uyanmasa daha ayrı. Hayır, bencil değilim. Onun gözünden olacaklara bakıyorum sadece. Onun o, etrafını annem gibi mis leylakların sardığı güzel penceresinden.
İki ucu boklu değnek. Tam bir çıkmaz.
Düşüncelerimi bugün beni büyük ölçüde rezil eden ve laf yememe sebep olan telefomun alarm sesi böldü. Telefonumun zil sesini değiştireceğimi zihnimdeki yapılacaklar listesine ekleyip, alarmı kapattım. Bu saate kadar dinlenmeli ve dinç bir şekilde uyanmalıydım güya. Şu bir türlü geçmek bilmeyen, engel olamadığım illet kabus zımbırtısı uykumu bana zehir edene kadar bu konuda başarılı olduğum bile söylenebilirdi.
İç çekip altıya yaklaşan saatle acele etmem gerektiğini kendime hatırlattım. Altı buçukta çocukları almam gerekiyordu. Öyle sözleşmiştik. Geç kalmamak için hareketlerimi hızlandırırken, eğilip komidinin üzerindeki hasta kontrollerinin kaydedildiği defteri aldım.
Tam doğrulmadan, babamın pürüzsüz alnına hafif bir öpücük kondurup yaşına rağmen imrenilecek kadar siyah ve gür saçlarını elimle geriye taradım
Çıkan gürültüyle başımı odanın geniş penceresine çevirdim. Yağmur yağıyordu. Bu odayı sırf bu büyük pencere yüzünden seçmiştim zaten. Güneşi ve ona dair herşey severdi babam. Kim ne derse desin, oralarda bir yerlerde hâlâ bizi ve arafta kaldığı dünyayı hissedebildiğine inandığım için yapmıştım bunu. Basit bir devlet hastanesinin, sıradan bir odasına ancak bu kadar getirebilmiştim güneşi. Doğuşunu ve batışını tüm ihtişamıyla, hiç kaçırmadan izleyebileceği bu büyük pencere ile. Tıpkı evimizde, uzun saatlerini alan, çalışmakla geçen bir gecenin ardından çayını yudumlarken, karşısına oturup güneşin doğuşunu izlediği çalışma odasındaki pencere gibi.
Uzun ve kıvrak adımlarla pencereyi sıkıca kapatıp, tül perdeyi elimin ucuyla çektim. Anılar her yerdeydi. Bir ayrıntıya takılıp kalırsam, düşerdim. Paramparça olurdum. O yüzden en iyisi, düşünmemek ve bir an önce kendimi bebeklerin dünyadan bir haber, uçan ineklerin olduğu hayallerinin arasına bırakmaktı.
Kendime enjekte ettiğim bu gazla babamın odasının kapısını kapatmış ve elimdeki defteri görevli kıza uzatmıştım bile. Karşımdaki kız - adı Bade'ydi sanırım- bana acıyan gözlerle bakarken, umursamadan yanından geçip gittim. Benim acınacak bir şeyim yoktu. Elim, ayağım tutuyordu Allah'a şükür ve geldiğim bu durumdan sıyrılabilmek için elimden gelenin en iyisini yapıyor, varımla yoğumla savaşıyordum. İnsanlar, dışarıdan bu çabamı görüp bana acıyorlardı.
Sorduğumdaysa içlerinin en derininden taşıp, gözlerine yansıyan ve odak noktasının "geçirdiği kaza da annesini kaybeden, babasının ise ölümle hayatı arasında bir çizgide kalakalmasını beklemekten başka bir şeyle geçiştirmek elinden gelmeyen, dahası kardeşlerine çalışıp bakmak zorunda olan küçük kız" olduğunu ısrarla reddediyorlardı. Reddediyor ve bariz bir şekilde belli olan tüm bu bakışı "merhamet" adı verilen bambaşka bir olayın ardına saklıyorlardı.
Benimle hemen hemen benzer olayları yaşayan insanlar buna inanabilirlerdi belki. Ama ben on yedi senesini, evinde merhametin hayat bulmuş haliyle geçiren, şanslı bir kişiydim. Annemin her hareketinden, merhametin mükemmel hissiyatı fışkırırdı adeta. O bir yere gitmeden önce, bu duygu güvenle harmanlanarak insanlara kucak açardı.
Aklıma üşüşen düşüncelerle içimin güvenle eridiğini hissettim. Varlığı olmasa bile, onun bir zamanlar var olduğunun düşüncesi de beni o güvenin yeşil vadilerine, çağlayan ırmaklarına almaya yetiyor da artıyordu bile.
Derin bir iç çektim. Hastahanenin kendiliğinden açılıp kapanan kapısından dışarı adımımı atarken, buz gibi bir rüzgar ciğerlerime doldu. Zaten dağınık olan saçlarımı biraz daha dağıttı. Umursamadan, bir iki adım ilerleyip, köşedeki kantinden bir bardak sıcak kahve alarak yağmurdan sırılsıklam olmuş banka oturdum.
Çantamın küçük fermuarlı gözünden kulaklığımı kulağıma taktım. Müzik listemin son zamanlarda büyük bir kısmını oluşturan Alper Alyıldız'ın yeni keşfettiğim bir parçasını açıp montumun şapkasını başıma geçirdim.
Kulaklığımla aynı yerde olan sigara paketinden, gelişigüzel bir sigara aldıktan sonra elimi rüzgara siper ederek sigaramı yaktım. Tam müziğin notalarına dalmış, sözlerin beni ne kadar çok yansıttığını fark ederken, elimdeki çakmağa baktım. Deniz'den zorla çöktüğüm çakmağa. Gözlerimde hafif hüzünlü bir tebessümün hayaleti canlanırken, birden aklıma üşüşen düşüncelerle kaşlarım çatılmıştı.
Bugün ayın on dördüydü. Eylülün on dördü. Deniz'in bana gece için iş bulduğunu ve iki hafta süreceğini kısa süreli olmasına rağmen ücretinin bie hayli dolgun olduğunu söylemesinin üzerinden ne kadar zaman geçtiğini anımsamaya çalıştım.
Yanılmıyorsam, bir önceki ayın yirmi dördünde söylemişti. Hatta kazanın olduğu ve annemin vefatının ikinci ayında mezarı ziyaret ederken babannemin ve dedemin yanından beni çekip hızlı hızlı bu iş teklifini söylemişti. Hafif maviye çalan yeşil gözlerinin sanki biri onu izliyormuş gibi temkinli bir ifadeyle sürekli etrafı kolaçan etmesinden tedirgin olmuş, bu durumu ona sorduğumda da sadece biraz gergin olduğu cevabını almıştım. Emin olmak için ben de etrafı tarayıp, bir tehlike işareti görmeyi beklesem de yolun kenarına terkedilmiş, sahipsiz bjr arabadan başka hiçbir şey görememiştim.
Ellerimle ayın yirmi dördünden bu yana kaç gün ettiğini hesaplarken, sayma işi yirmi yedinci parmakta durdu. Bu üç haftaya tekabül ederdi. Şaşkınlıkla ve endişeyle ağzım bir karış açık kaldı.
Şaşırdığım şey yirmi yedi günün üç hafta etmesi değildi tabi ki. Şaşırmıştım çünkü işin süresi iki haftaydı ancak Deniz bir hafta daha geceleri eve uğramamıştı. En son ne zaman konuştuğumuzu hazırlamaya çalışırken, umursamazlığıma küfürler yağdırdım.
Daha bitmemiş sigaramı hızla yere atıp, koşar adımlarla hastahane bahçesinin çıkışına yöneldim. Normalde de gece eve pek gitmediğim için Deniz'le pek karşılaşmazdık. Arada geçen 'nasılsın' araşmaları, yemeğin nerede olduğuna dair küçük konuşmalar ve bir kaç önemsiz mesajdan ibaretti ilişkimiz.
Kazadan sonra kendi kabuğuna çekilmiş ve benimle iletişimini sıfıra indirmişti. Tamam, öncesinde de pek sosyal sayılmazdı ama bu kadar da sosyopat değildi en azından.
Ve en önemlisi Deniz uykuya bayılırdı.
O gün onun tuhaf tavırlarına kafayı takmaktan, bu işin 'gece' işi olduğu dikkatimi çekememişti ama sonrasında da çok üstüne gitmemeye karar verip, Kestirip atmıştım.
İyi bok yemişim!
Her ne kadar onun bu kendini salıvermişliğine kızgın olsam ve bunu ona her fırsatta yansıtıyor olsam da, her ne kadar artık birbirimizin gözlerine bakmıyor olsak da o benim Çakır'ımdı. Kardeşimdi. Ailenin tek sosyopat ama tatlı mı tatlı ferdiydi.
Umursamazlığıma ve tüm bu yaşananlardan sonra tek yürek olmamız gerekirken, böyle dağıldığımıza tekrar tekrar söverken koştum.
Nefesim tıkandığında, bizim üç katlı eski apartmanın önündeydim. Kendime dinlenme fırsatı vermeden, apartmanın basamaklarını ikişer-üçer atlayarak tırmandım. Üzerinde "Levent-Hasret Sümer " yazan kapıyı, paspasın altındaki yedek anahtarla açarken direk mutfağa yöneldim.
Buz dolabın açık kapağında Nazife Teyze'nin Deniz için hazırladığı patlıcan musakkayı görmemle bir an rahatladım. Ama bu kapağı kapalı tencereden gelen, ekşimsi kokuyla çok sürmedi. Yemeği titreyen ellerimle açıp, emin olmak için o iğrenç bozuk yemek kokusuyla ciğerlerimi doldurken kalbim duraksayacak gibi oldu. İçi yemek dolu tencere, titreyen ellerimden düşüp halıyı salçaya boyarken şok içinde bekliyordum.
Deniz'in en sevdiği yemekti bu. Bozulmasını geç, arta kalan bir parçasını çöpe atsam bile kavga çıkartırdı. Yutkunarak, büyük adımlarla odasının kapısına vardım. Tereddütle kapıyı tıklayıp bekledim. Sanki içeriden "Ne var Katre?"diyen gür ses duyulacak diye bekledim. Ama ses gelmedi. Hiçbir ses yoktu.
Adranalin dolu bir duraksamayla var gücümle kapı koluna asıldım. Ardına kadar açılan kapıdan görünen yatağına bir bakış atıp, çalışma masasına yöneldim. Çizgi romanları ve tüm uçuk kaçık kitapları yerli yerindeydi. Ne yapacağını bilmez halde öylece dikilirken yatağının dibine fırlatılmış spor çantası dikkatimi çekti.
Hızla eğilip, çantayı ters çevirdim. İçindekileri teker teker, kibarca çıkarmakla uğraşamazdım. Yere düşen onca eşya yığınına gözlerimi devirdim: Bir kaç kağıt, bir kalem, bir kaç parça kıyafet, bir parfüm şişesi, kahverengi deri kaplı parlak cüzdan.
Deniz'le ilgili bana ip ucu vereceğine inandığım çantadan da bir halt çıkmayınca yenilmişlikle dağıttığım eşya yığınının ortasına çöktüm. Başımı yasladığım dizlerime kollarımı dolayıp, annemin cenazesinden beri kendime ilk defa izin verdim. Ağlamak için. O günden beri olanları ısrarla reddetmiş, bir gün bir şeylerin düzeleceğine olan inancımla başımı bile eğmemiştim insanların önünde.
Ama burada, bu terkedilmiş, nerede olduğunu bilmediğim kardeşimin küçücük ve dağınık odasında boynumu eğmiş, küçük bir kız çocuğu gibi içli içli ağlıyordum.
Çaresizlik yol aldığı damarlarımda beynime ulaşmış, vücudumu yöneten bölüme baskı yapıyor, hiçbir şeyin yolunda olmadığını haykırıyordu. Sonucu ise daha fazla ve daha fazla gözyaşıydı. Sanki önceden yeterince yokmuş gibi.
Zayıflığımdan ve kendime olan kızgınlığımdan doğan hınçla bir şeyleri parçalamak istedim bir an. İçimden doğan bu âni istekle elimi hızla havaya kaldırdım ve hiç düşünmeden yatakla halı arasındaki sert ve soğuk parkeye indirdim.
Düşünmeden yaptığım hareketin sonucu afallatıcıydı. Acı olması gerekenden daha ağır. Öyle tırnağı kırılsa yaygara koparan, çıt kırıldım hilkat garibesi insan evlatlarından hiç değildim. Buna rağmen acı sersemleticiydi.
Gözyaşlarından bulanıklaşan gözlerime elimden kotuma damlayan ve orada koyu lekeler bırakan sıvıyı bir an seçmekte zorlandım: KAN.
Elim kanıyordu.
Beynim hızla olanları analiz ederken gözlerim yere, hızla elimi savurduğum parke zemine kaydı. İşte oradaydı. Şaşkınlıktan donakalan zihnimi benzin verilmişçesine yakan ve ne zaman ayaklandığını bilmedigim dizlerimin bağını çözen, artık Deniz'in vücudunun bir parçası haline gelen, o kadar alıştığım o nesne.
Kalın, siyah çerçevelerin çevrelediği, eskiden Deniz'in gözlerini büyüteç gibi daha iri gösteren ama şimdi benim kanıma bulanmış ve camının teki paramparça olmuş gözlük.
Kırılmış gözlüğün yanına düşer gibu oturuken zihnim ard arda, insanın kanını donduracak cinste senaryolar üretiyor, bu senaryoların en acılı kısımlarını sanki özenle seçilmiş gibi canlandırıyordu.
Açıyı unutmuştum bile. Acı, şu an yüreğimi saran sızının yanından geçemezdi bile. Yutkunamıyordum. Gözlerim yeni yaşlar için hazırlandığını, burnumu sızlatarak haber verirken, aklımdaki son düşünce şuydu: Biricik kardeşim, ailemden geriye beni anlayabilecek olarak kalan tek insan, Deniz Sümer; gözlüğü olmadan "uyuyamayan" çocuk, gözlüğünü de bırakıp ortadan kaybolmuştu.


Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Sep 06, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

YEKPAREHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin