"Ekim gelmiş ve geçiyor yine." diye düşündü içinden Beyaz. Ayın neredeyse yirmilerinde ama ruhu bir o kadar sıkkındı. Oysa ki, o değil miydi sonbaharı seven? Elbette oydu, ama bu pek bir şey değiştirmiyordu. Her mevsimin bir ruhu olduğunu düşünür ve buna koşulsuzca inanırdı. İnsanlar gibi mevsimler de psikolojik bir tabloya bürünebilirdi. Belki de daha fazlası, mevsimler psikolojikti ve her mevsim kendine has renkler cümbüşüyle boy gösterirdi yılda bir kere, sıra sıra. İşte sonbaharın rengi de kahverengiydi, belki biraz içine limon sarısı eklenebilirdi, ama hepsi bu kadar. Çünkü sonbahar adı gibi son bahardı. Bitmeye mahkum, içsel tükenişler, melankolik cümleler ve ayrılıklar... Sonbahar, sonbahardı işte. Bir çok insan gibi o da yenik düşmüştü bu hüzne. Peki bu hüznün kaynağı nereden geliyordu ? Kaç kişi düşen yaprakların altında terk edilmiş ve kaç kişi yine bir sonbahar sabahı aldatılmıştı ki habersizce ?
Bu kadar derinlemesine düşününce hayatı tepetaklak oluyordu çoğu kez, yine de yapısı gereği vazgeçemezdi düşünmekten. O en çok bu huyunu sever, yine bu huyuna söverdi sessizce, ama sessizce. Çünkü bu yüzden onu çoğu insan anlayamaz ve anlamsızca bakardı. Çoğu insana saçma gelen bu iç ses bir haykırış, bir baş kaldırıştı dünyaya. Belki de en çok içinde bulunduğu bu düzene...
Beyaz, devrik cümleler kurmayı severdi. Sayılarla oynamaktan ziyade sözcükleri sevdiği gibi. Sayılar her zaman yapmacık ve karmaşık gelirken, sözcükler samimiyet kokar, ister bir kış sabahı, ister bir yaz akşamı olsun her zaman eşlik ederdi düşüncelerine içtenlikle, bu yüzdendir edebiyatı sevişi de. En çok Cemal Süreya daha sonra Sabahattin Ali ve biraz da Turgut Uyar. Özellikle Göğe Bakma Durağı en sevdiği şiirlerden bir tanesiydi. Ne zaman mavi görse içinden geçer Turgut Uyar'ın dizeleri ve bir şiire konuk olurdu rastegele. Sonra bir sokak başında otobüs beklerken veyahut batan güneşi izlerken fark edip göçmen kuşları takılırdı Cemal Süreyya dizelerine. Derdi ki Cemal Süreyya : " Kuşlar toplanmış göçüyorlar, keşke yalnız bunun için sevseydim seni. " Ne anlamlı gelirdi o satırlar, ne de boş gelirdi samimiyetsiz insanlar. Keşke başka bir zamana ait olsa biraz Cemal Süreya, biraz Sabahattin Ali koksa diye düşünür dururdu içinden her sabah uyandığında. Ama o, içinde bulunduğu sonbahar sabahına yenik düşmüş bir boşlukta tırmanmaya çalışıyordu ve her sabah yeniden bir kabustan uyanırcasına anlamaya çalışıyordu kendini.
İnsanları anlamak zordur evet, fakat insanın kendisini anlayabilmesi daha büyük bir meziyet. İnsan önce kendini anlamalı, kendinden yola çıkarak birazdan fazla empatiyle diğer insanları anlamaya çalışmalı, belki tamamen değil yada mükemmel bir şekilde ama mükemmele en yakın ve vazgeçmeden deneyerek diğer insanları anlamak pek de zor değildir.
İşte bu cümleleri öylesine benimsiyordu ki Beyaz, adı gibi bakıyordu başka başka insanlara. Öylesine temiz ve öylesine saf... Onun derdi kendisiydi. Bir tek kendisine bu derece ılımlı olamıyordu, yapamıyordu çünkü nedensiz bir şekilde hep kendisine kızıyor, başka insanlar üzülmesin diye yine kendisinden çıkartıyordu öfkesini çoğu kez. Hep bir cevap arardı, fakat bulamazdı. Çoğu zaman nedenler arasında boğulur ve yine kendine kızardı. Sonra sessizce uykuya dalar, her şeyi unuturdu özellikle kendisi ile ilgili olanları. En sevdiği şeylerden bir tanesiydi istemsizce uykuya dalmak, öylesine doğal, öylesine bilinçsiz bir şekilde.
Ekim'in yirmilerinde bu denli sıkılıp, sokaktaki kaldırımdan bile usanan bu küçük kız henüz yirmi yaşındaydı. Yirmi yaşına girdiğinde, yirmi yaşın ne kadar büyük olduğunu kavrayıp istemsiz bir şekilde geçen yirmi yılda yaptıklarını düşündü, bulduğu cevap yarı komik yarı trajedi kokuyordu, ama o yine de gülümsemeyi seçti. Ne de olsa o artık yirmi yaşındaydı ve yarınını bilmeden çoğu insan gibi yaşayacağı deli dolu yıllarını düşünüp bir kez daha güldü. İşte bu kız o gün hayattaki en büyük hedefinin " mutlu ölmek " olduğunu kavradı.
Aslında çok uzun sayımazdı ama fazla da kısa değildi, klasik Türk kadınından bir kaç santim daha uzun sayılabilecek uzunlukta, ela gözlü, siyah, uzun ve düz saçlıydı. En önemli özelliği beyaz teni ve küçük yüzünde beliren büyük gözleriydi. Kısmen minyon sayılabilmekle birlikte, minyon sayılamayacak kadar da uzundu. Buna henüz kimse bir yanıt bulamamıştı aynı çoğu insanın ona sen kumralsın, hayır hayır esmer demesi gibi çelişkiliydi. Gerçi ruhu çelişkilerle dolu olan bu kızın, fiziksel özelliklerinin çelişkili olmamasını beklemek de aptallıktan başka bir şey değildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bu Bir Portakal Hikayesi
RomanceBir adam için ardı ardına üç portakal yer mi insan ? Üstelik fazla şekerli şeyleri sevmese bile... Yine de yer mi? Kadın seviyordu ama o adamı, hem de ardı ardına üç portakal yemekten fazlaca. Bu sadece aşk mıydı ? Yoksa aşktan fazla tatlı, portakal...