Umutsuzdum. Muhtemelen bu, bir kitabın ilk cümlesi olamayacak kadar klişe bir cümleydi. Ama zaten bir kitap yazmıyordum ve muhtemelen önümüzdeki yıllarda da yazmayacaktım. Çünkü hem betimlemelerim berbattı hem de bir kitap olamayacak kadar sıradan bir hayatım vardı. Ve eğer kendi kitabımı yazsaydım bile muhtemelen kitapta fazla sayfa olsun diye eklenmiş birkaç replikten ibaret olurdum. Hatta direk kendimi o kitabın -olmayan kitabın- içinden çıkarsam dahi bir şey değişmezdi. Sanki tanrı "Dünya üzerinde bütün farklı insanları yarattım, bir de gereksiz birkaç tip yaratayım da kullarım kendi değerlerini fark etsinler" diyerek beni yaratmıştı.
Bende özgüven denilen şeyin zerresi yoktu. Hatta benim sözlüğümde öyle bir kelime dahi yoktu. Ruhum o kadar acınasıydı ki bedenimin güzelliğini örtüyordu.Ve hayır siz sormadan dile getireyim, yakışıklılık ve özgüven ne kadar doğru orantılıysa, bende o kadar ters orantıdaydı. Bu sorunum yüzünden arkadaşlarım arasında hep iğneleniyordum. Ne zaman bir konu hakkında öneri sunsam insanlar zıttını söylüyor yada fikirlerimi umursamıyordu. Ben bile kendi fikirlerimi umursadığı söyleyemezdim.
Profesör tahtada bir şeyler anlatırken sırtımı sandalyeye biraz daha yaslayarak aklımdaki düşünceleri silmeye çalıştım. Gerçekten çalıştım; tüm o düşüncelerimi, eziklik sendromumu ve de içimdeki boşluğu. Öyle bir boşluktaydım ki ne orada kalmak istiyordum, ne de oradan çıkmak için çaba gösteriyordum. Sadece o boşluktan etrafı izliyordum.
Kolumdaki saate baktığımda onbire varmak üzere olduğunu gördüm. Dersin bitmesine yirmi dakika kadar bir süre kalmıştı. Derse odaklanamadığımı geçen yarım saat sonra anladığımda telefonu masaya koyup, instagramda gezinmeye başladım. Kai'ın fotoğrafına denk geldiğimde beğenmeden edememiştim, tanrı biliyor ki üniversitenin en yakışıklı çocuğuydu. Bunu kesin bir ifadeyle söyleyebilirdim ve kimse itiraz edemezdi. Kulağına kadar uzanan ve sarıya çalan kahverengi renginde dalgalı saçlara, esmer tenli olmasına rağmen dikkat çeken bir yüze ve sadece bir kez baksa bile eriyebileceğiniz bakışlara sahipti. Modacıların bile hayran kalabileceği bir tarzı vardı. Her zaman ilginç giysiler giysede hiçbir şey onda abes durmuyordu. Bazen stilisti olduğunu düşünmeden edemiyordum. Ve bu stilistin kesinlikle Richard'a da yardım etmesi gerektiğini, Kai'ın yanında durmasından anladım. Onun yanında o kadar sıradan kalıyordu ki fotoğraftaki varlığını çok daha sonradan fark edebilmiştim. Bu kadar tipsiz olmasına rağmen Kai ile çıkıyorsa ya fazla şanslıydı ya da onda Kai'ın dışında hiçbirimizin göremediği özel bir şeyler vardı.
Dersin bitmesiyle herkes yavaş yavaş sınıftan çıkıyordu ama ben yerimden kalkmak için bir harekette bulunmuyordum. Çünkü biliyordum ki, kampüste en az sınıf kadar sıkıcıydı. Chen ve Aldél dışında arkadaşım yoktu, olmasına gerek de yoktu. Çünkü istemiyordum. Konuşmaya bile üşenen bir kişiliğimin olması benim sorunum değildi. Yine de belki beni özlemişlerdir (!) düşüncesiyle bahçeye çıktım. Gözlerim Chen ile buluştuğunda ona yöneldim ve yanındaki küçük boşluğa yerleşebildiğim kadar yerleşerek Chen'e kısa bir bakış atıp cevap vermesini gerektiren bir soru yönelttim. "Adél ne yapıyor?"
"Muhtemelen yeni bir kitaba başlamış ve kendini çok kaptırdığı için dışarı çıkmayı unutmuştur. Bizden başka arkadaşı olduğunu sanmıyorum." Chen'in bu dediğine gülümsedim ve etrafa bakınmaya başladım. Gözlerim Kai'ı bulduğunda bir süre inceledim. O kadar yakışıklıydı ki ağlamak istememe sebep oluyordu. Üzerindeki kırık beyaz hırkasına tezat bir siyahlıkta kot pantolon giymiş, elleri cebinde duvara yaslanmıştı. Beklemekten sıkılmış bir hâli var gibiydi. Sanki birisinin ona baktığını hissetmiş gibi aniden kafasını benim oturduğum yöne çevindiğinde gözlerimiz buluştu. Kalbim saniyesinde on kat daha hızlı bir şekilde çarpmaya başladı. Eğer kalbim fizik dersindeki o hız yapan araba olsaydı diye düşündüm, kesinlikle saniye içindeki en fazla ivmeyi o yapardı. Buna yemin bile edebilirdim. Kai şuan, yani tam olarak, eğer hemen arkamda birisi yoksa daimi üzerinde olan sert bakışları ile bakıyordu ve bu sefer odağı bendim. Richard değildi, Tiffany değildi, Chanyeol ya da Baekhyun değildi. Chen dikkatle bir şeyler anlatıyordu ama sanki beyin fonksiyonlarımdan tümü durmuş sadece gözlerim işlevini sürdürüyordu. Gözlerini bir an bile üzerinden çekmedi, bende kaçırmak için bir çaba sarf etmedim. Beni tanımış olabilir mi acaba diye düşünmedim. Çünkü dediğim gibi hiçbir şeyi algılayamıyordum. Biraz daha bana bakarsa kalp krizi geçirebilirdim, bu yüzden hemen bakışlarını başka bir yöne çevirmesi gerekiyordu. Sanki düşüncelerimi hissetmiş gibi kapıdan nefes nefese giren Richard onu sarstığında hafif bir sersemlikle ona döndü ve gülümsedi. Bende boğazımda hissetiğim garip bir yutkunma isteğiyle önüme döndüğümde Chen'in şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. "Tanrım, Sehun. Kai sana nasıl bakıyordu öyle? Eğer onu tanımasaydım gözleriyle seni yediğini bile düşünebilirdim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Meltaway || sekai
FanfictionŞöyle diyor Königsberg: "Zaman, doğanın her şeyin aynı anda olmasını engelleme yoludur" Oysa o, öyle bir zamanda geldi ki sanki her şey aynı anda gerçekleşti.