dünya'nın eksen eğikliği kadar eğilsem sana,
yine dönmezsin etrafımda bilirim.
senin ateşin bana, karanlığın bana, tutulman o'na. bilirim.
*****
Jongin. Şimdi onun adını söylemek bile bir nevi intihardır. Uğruna her şeyi kenara koyabileceğiniz tek insanın sizi kenara koyması ne kadar acı veriyorsa o kadar acı çekiyordum. Öyle bir acı çekiyordum ki tarif bile edemiyordum. Göğsümün üstünde öyle bir ağrı vardı ki nefes bile alamıyordum. Üstesinden gelemiyordum. Bırakamıyordum. Nefes alamıyordum. Yaşamıyordum.
Jongin beni o gün öldürdü. O an öldüm. Tam bir hafta önce bu gün yaptı bunu. Ne bir silah kullandı ne de bir bıçak. Sadece kelimeleriyle öldürdü. Ben de öldüm. Yaşatsaydı nasıl olurdu bilmiyordum ama bilmeyi en çok istediğim şey de buydu. Nasılda hastalıklı bir duyguydu bu. Nefret etmem gereken tek insandı ama hala ilk günkü gibi seviyordum. Beni düştüğüm yerden doğrultan oydu, tekrar elimi bırakan da. Gerçekten de gidiyor musun, diyemedim. Öylece bırakıp gidiyor musun?
Soramadım bile. O öylece gitti, ben baktım, bakakaldım. Her şeyin bittiğini bilerek, beni hiç sevmediğini bilerek baktım. Bir gün gelmeyeceğini bilerek, gelmesi için yalvardım içimden. Güzün değil yazın gel istersen dedim, yada önümüzdeki mevsim. Ya da belki bi' sonraki. Ama gel, ama gel ne olur geri gel dedim içimden.
Ben Jongin'i özleyemedim bile. Bana, onu özleme hakkı bile vermedi. Ben sadece sevdim. Gururumu bir kenara bıraktım ve sevdim. Onun beni sevmeyişini bile sevdim biliyor musunuz? Bana gülmeyişini, bakmayışını, söylemediklerini de sevdim. Ben onun beni aldattığı anları bile sevdim. Öyle bir sevdim ki onu, size yemin ederim. Yemin ederim ki benden daha güzel sevemezdi başka biri. Ben onu üşüse kendimi yakabilecek kadar sevdim, o iste bir başkasını.
Belki dedim, daha güzel olsaydım Jongin de beni severdi. Ben sandım ki ondan onun için vazgeçersem, o da beni sever. Korkmadım değil, korkmadığımdan değil. Vazgeçtim sözlerinden. Ama inanmak istemediğimden değil.
Bir hafta önce bugün. Hava hafif kapalı, o uyuz güzlerden. Rüzgar usulca esiyordu, benim içimde fırtınalar koparken. Yanına gittim, adımlarım geri geri gidiyordu ama yine de gittim. Ne yapıyorsun dedim mırıldanarak. Sorunun cevabını fazla önemsemeden. Sadece sesini duymak için sorulan bir soruydu bu. O da pek önemsemeden ''Öyle işte'' dedi ''Oturuyorum, Sen?'' Vazgeçiyorum.
''Ben de. Sıkıldım biraz, konuşmak istedim.''
''Ne konuşmak istiyorsun ki?'' dedi.''Beni neden yara bandı olarak kullandığını.''
İşte böyle başladı o gün. Keşke diyorum şimdi, keşke hiç yanına gitmeseydim. Duymasaydım hiçbir sözünü. İşitmeseydi kulaklarım o gün söylediklerini. ''Senden hoşlanıyordum ama Richard'a karşı zaafım var benim.'' deyişini duymasaydım keşke. Ya da keşke bıraksaydın beni diye isyan etmesini. Sanki onu tutan benmişim gibi. Sanki o gün orda beni öpen o değilmiş gibi keşke bıraksaydın beni de ben onun için üzülseydim dedi gözlerime bakarak.
Diyecek o kadar çok şeyim vardı ki o an. Yazmaya kalksam sözcükler cümleleri, cümleler satırları, satırlarda paragrafları kovalardı. Ama sustum. Her şeyi içime attım ve sustum. Söylemek istemediğimden değil, yapamadığımdan da değil. O an dilim tutuldu sanki, yutkunmak bile benim için biraz zor oldu. Ya sus ya da susmaktan öte söz söyle derlerdi, ben ikisinin arasında boğuldum. Ne tamamen susabildim aslında, ne de suskunluğumu bozmama değebilecek söz edebildim. Gururum incindi, incindi diyemedim. Ric'ın Jongin hakkında söyledikleri şeyleri söyleyemedim ona. Ya da neden sevmedin beni diyemedim. Diyemedim çünkü, çünkü...
Platon'un mağara benzetmesi gibi. Mağaranın içinde yaşayıp gölgelerine bakıp mutlu olan insanlar gibi. Sahteliklere bakıp mutlu olmak. Eğer gerçekler bizi üzecekse zincirlerimizi kırmaya ne gerek vardı ki? İşte en çokta bu yüzden kızıyordum kendime. Zincirlerimi kırmaya, gerçekleri öğrenmek için çabalamama hiç gerek yoktu. Gölgelerime bakıp mutlu olabiliyordum çünkü. Şu kısacık hayatta da önemli olan şey bu değil midir zaten? Mutlu olmak. Bir kişi ile. O kişiyi bulunca bırakmamak.
Ama değilmiş. Bunlar hep Yüksek Bütçeli Hollywood filmlerinin uydurmasıymış. Bu hayatta yalnızmışız. Düştüğümüzde de, mutlu olduğumuzda da. Yıkıldığımızda da, üzüldüğümüzde de. Elimizi bırakmayacağını sandığımız herkes gidiyormuş alsında. Eninde sonunda o el bırakılıyormuş. İstiyorsa sizi derin çukurlardan çıkarmış olsun o el, düştüğünüzde elinizden tutmuş olsun. Yine de gidiyormuş.İşte bende bu yüzden vazgeçiyordum ondan. Ellerinden, beni tutuşundan, bakışından, sarılışından. Gülümseyişinden vazgeçiyordum belki. Benden başka hiç kimsenin onu, benim gibi sahiplenemeyeceğini bilerek vazgeçiyordum.
Ne kadar kolay, basit bir kelimeydi aslında ''vazgeçmek''. Tek başına içinde her şeyi barındıran bir kelimeydi. Sadece bunu söylemek bile içinde milyonlarca anlam barındırıyordu. Bir kelebeğin rüyası gibi. Tek günlük ömründe gördüğü basit bir rüyanın aslında onun için ne kadar anlam dolu olduğu bilmek gibi.
Vazgeçiyordum ve söz veriyordum. Mutlu olmaya, onsuz da olsa.
,,,,Wp'in en güzel hikayesi değil belki, ya da güzel bir hikaye bile değil. Çok acemice ve genç bir yazarın hikayesi, şairini kaybetmiş bir yazarın. Benim için o kadar değerli ki bu hikaye. Önüme çok değerli bir insanı çıkardı. Bu hikaye yazılmasaydı hiç , tanışamayacaktık sanırım. Belki okulda onun için herhangi bir kız olmaktan öteye geçemeyecektim. Tüm anılarımızdan izler var bu hikayede aslında. Şimdi biz bittik, bu hikaye de bitti, bitirdim. Yine de bu kitabın yeri bende hep ayrı kalacak. Beni on yedi yaşımla tanıştıran hikaye. Sizin için de değerli olduğunu biliyorum ve böyle bitirdiğim için özür dilerim. Ben de mutlu bir son isterdim ama olmadı, yazmaya elim gitmedi. Belki bir bir gün geri gelirse, yeniden başlayabilirim. İkinci bir kitaba, devam kitabı gibi. Ama ''belki'' işte.
ithafen, belkide son bölümü hiçbir zaman okumayacak kişiye.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Meltaway || sekai
FanfictionŞöyle diyor Königsberg: "Zaman, doğanın her şeyin aynı anda olmasını engelleme yoludur" Oysa o, öyle bir zamanda geldi ki sanki her şey aynı anda gerçekleşti.