Die Pilgerfahrt der Rose

149 8 30
                                    

İşte bu. Her şey bitmişti, ve Kanae yere oturdu, hafifçe titreyerek, siyah gözleri delilikle çakmak çakmak, ve bacaklarının arası yapış yapış. Efendisinin gelişinin acı tadı ağzında kaybolduğunda, çocuk neredeyse pişman hissetti. Ama pişmalığı olanlar yüzünden değil, daha ziyade her şeyin kolayca sona ermesindendi, ve çenesinin derin acısı, üzerine yapışmış iç çamaşırıyla kala kalmasındandı.

Bir anlığına düşündü ki belki burada bırakmalıydılar, burada bitmeliydi, çünkü artık Shuu'yla samimi olmanın mükemmeliğini keşfetmiş, ve Kanae yatak odasının yalnızlığında bunu anacağını biliyordu. Belki de bu zevki öğrenmemek daha iyiydi, bir anlığına yaşayıp, hayatın boyunca unutmaktansa, hiç yaşamamak.

Yere bakarak, elinin arkasıyla ağzını sildi, ve bir anlığına da içinde tuttuğu hıçkırığı durdurdu. Bir anlığına efendi Shuu'nun her şeyi olmak harikaydı. Onu tatmak, içmek, Kanae bu tadı asla unutamayacağını biliyordu. Ama artık her şey sona ermişti.

Aşağı bakıp, efendi Shuu'nun ona verdiği elbisenin kendi sıvılarıyla lekelendiğini görünce irkildi; lavanta rengi kumaş şimdi lekeyle -utançla- kararmıştı. Kanae bir erkeğin dokunulmadan gelebileceğini bile bilmiyordu, ama kanıt gözlerinin önündeydi. Kendine dokunmamaya çalışmıştı, ama efendisinin tadını dilinde hissettiğinde kendinin tutamamış, kendiside gelmişti. Çok fazla -yoğundu-, ve acıyan aletini, dantel iç çamaşırına ve karnına, halıya sürtmüş, Kanae ıslandığını hissedene kadar sertliği sızlayıp atmıştı.

Ve şimdi, yere otumuştu, utanç ve pislik içerisinde, boğazı uyuşmuş ve dizleri üzerinde durmaktan kızarmışt, ve kullanılmış hissediyordu. Bu düşünceleriyle parmakları yumuşak halıyı tırmaladı, ve kıpkırmızı kesildi.

Bunu nasıl düşünebilmişti? Her şeyi kabul etmiş, istemişti. Öyle değil mi? Herşey... herşey. Peki neden kullanılmış hissediyordu? Bu efendisinin yanıldığını gösterirdi, ki bu imkansızdı. Bunun kendi suçu olduğunu biliyordu, minnettar olmalıydı. Yaptıklarının bir şeyi değiştireceğini düşünmek saçmaydı. Efendi Shuu eğlenmek istemişti, zevk almak, ve Kanae yapmıştı, hizmet etmişti. Daha fazlası yoktu, kullanılmış hissetmesi onun suçuydu. Efendi ve uşak olduklarını unutmamalıydı, sevgili değil.

Bir sürü düşünce aklında geziniyordu, bu yüzden bir el tam direseğinin üzerinden onu yakalayıp yukarı çektiğinde şaşırdı. Utancını unutarak, iri gözlerle Kanae yukarı baktı, ve efendisinin dudağını dişlediğini gördü. Kızgın mıydı? Elbiseyi mahvettiği için azarlanacaktı, belki de cezalandırılacaktı.

Ama efendisinin kucağına yerleştirildiğinde, kendini açıklamaya fırsat bulamadı, çünkü Shuu'nun dudakları kendisininkini bulmuş, dili zorla dudaklarını aralamıştı.

Shuu'nun baldırlarında oturarak, Kanae kendini dizleri üzerinde dengelemeye çalıştı, ki sırıl sıklam elbisesi Shuu'ya deymesin diye ama bir anlamı olmamıştı. Güçlü eller kalçalarını tuttu, büyük gulun kucağına bastırdı, ve Kanae kendini efendisinin göğsünün üzerinde dengeledi, parmakları arasındaki bluza sıkı sıkı tutundu.

Öpücük. Gerçek bir öpücük.

Zihninde bir yerlerde, Kanae Shuu'nun ağzında kendi tadını kovaladığını biliyordu. Öpücüğün şiddetini, ilkel bir ihtiyacın efendisinin vücudunda gezdiğini, ele geçirme isteğiyle dolduğunu, karışık tatlarında yıkanmak istediğini... Bunların hepsini hissedebiliyordu. Ama önemli değildi.

Shuu'nun nedenleri şu an Kanae için önemli değildi. Efendisini öpüyordu. Dünya o an sona erebilirdi ve umrunda olmazdı.

Bunu hatırladığı sürece hayal etmişti. Şehveti ve arzuyu anlayamayacak kadar küçük olduğunda bile, Shuu ile öpüşmek hakkında düşünmüştü, çünkü efendisi çok güzeldi... en başta masumca, Kanae zarif ellerini öpmek istemiş, yumuşak yanaklarını, ve sonunda, dudaklarını.

Gül Bahçesi (Tokyo Ghoul RE; Fanfiction)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin