İngiltere’de bahar bir başkaydı. Yine bu düşüncenin büyüsü etkisinde uyandığım bir sabahtı. Hemen saate baktım, çok da geç sayılmazdı. Kendime ve kızlara güzel bir kahvaltı hazırlama düşüncesini kısa bir süreliğine aklımdan geçirmiş olsam da hemen başımı sağa sola sallayarak bu düşünceden uzaklaştım. Ne onları rahatsız etmek istedim ne de dördümüzün sabah dedikodularını duymayı. Sadece biraz yalnız kalmaya, kısa süreliğine ev arkadaşlarımdan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Bugün tezimi teslim edeceğim gündü. İki yıldır sıkı bir şekilde çalışmıştım. Heyecanımı bastırmak amacıyla hemen hazırlanıp birkaç sokak ötedeki kahve dükkanına gitmeye karar verdim. Orasının beyaz çikolatalı mochası beni her zaman rahatlatırdı ne de olsa…
Prof. Watkins’in o suratı da neydi öyle? Yoksa tezim çok mu kısaydı? Hayır, hayır kesinlikle daha ilk sayfaya baktığında ileride Ted Mosby –eskiden en sevdiğim dizi How I Met Your Mother’ın umutsuz vakası, başarılı fakat biraz sinir bozucu mimarı- gibi olacağımı falan düşündü. Nedenini bilmiyordum ama bildiğim tek şey fazlasıyla saçmaladığımdı. Bu düşünceleri kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım. Sonuçta şu an daha önemli bir sorunum vardı. Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu ve sırılsıklam olmuştum. Dahası trafiği her zaman yoğun olan Londra’da boş bir tek taksi bile bulamamıştım.
Hemen trafiğin tıkanmış bir anından faydalanıp caddenin karşısına geçtim. Kaldırımda hızlı hızlı, taksi bulma umuduyla yürürken yanımdan bir araba hızla geçti, birkaç saniye geçmeden durdu. Üzerim yeterince ıslak değilmiş gibi şimdi de resmen çamurlu suyla yıkanmıştım. O sinirle ağzımdan bir küfür savurdum. Tam o sırada arabanın camı açıldı. Umarım duymamıştır diye dua ederken, “Af edersiniz, üzgünüm, bir an başka düşüncelere…” duraksadı, eliyle gözlerini hızlıca sildi. “Tekrar özür dilerim.” dedi. Onun sımsıcak kahverengi gözlerindeki pişmanlık öylesine açıktı ki. “Ö-ö-önemli değil.” diyebildim sadece. Az da olsa rahatlamış gibi “Nerede oturuyorsunuz?” dedi muhteşem bir kibarlıkla. “Ne?” dedim ve bir yandan da şaşkın olduğum zamanlarda istemsizce kabalaştığım için, içimden kendime kızıyordum. Tekrar şaşkın bir ifadeye büründü, “Y-y-yani ben… Sırılsıklamsın, istersen gideceğin yere bırakabilirim.” dedi. Hava çoktan kararmaya başlamıştı ve hiç tanımadığım bir adam beni evime bırakabileceğini söylüyordu. Ve ben binecek miydim? Mantıklı düşündüğümde buna kesinlikle hayır derdim ama hemen duygularım devreye girdi, o sevimli gözlere bakarak kim hayır diyebilirdi ki? Kısa bir süreliğine sırılsıklam olmuş vücuduma bakarken, “Bu, bu çok iyi olur, çok teşekkür ederim.” diyebildim gülümseyerek.
Arabaya bindiğimde ortamda bir gerginlik, mutsuzluk hissettim. Sanki, sanki onu bir şeyler rahatsız ediyordu. Elini gözünün altına götürüp yüzünü sildiğini fark ettiğimde düşüncelerimden uzaklaşmıştım. Birden istemsizce “Üzgünüm, meraklılığımı mazur gör ama neyin var…?” dedim duraksayarak. Birden “Liam, adım Liam.” dedi. Yüzünü bana çevirene kadar gözlerinin o kadar kızardığını fark etmemiştim, ışık yüzüne birden vurunca gözlerinin yaşla dolu olduğunu gördüm. Ondan bir cevap beklediğimi hatırladığında “Ben… Benim… Çok üzgünüm, hayatımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Ben annemin cenazesinden dönüyorum da…” gözyaşlarına boğuldu, onu sakinleştirmek imkansız gibi gözüküyordu.