“Biliyor musun Liam? Aslında sana bahsetmediğim bir şey daha var. Duyunca şaşıracağına adım gibi eminim!” dedim çocuksu bir sevinçle. “Gerçekten mi? Beni çok meraklandırdın, nedir bu şey?” diye sordu. İşte o an doğru bir şey yapıp yapmadığım konusunda emin değildim. Düşündüğüm şey ona eskiden bir Directioner olduğumu açıklayıp açıklamama konusuydu. Gerçekten, neden yeterince düşünmeden böyle bir şey söyleme kararı almıştım ki? Yani eğer söylersem bu hoşuna gidebilirdi ya da beni sıradan bir hayran da sanabilirdi. Zaten eskiden öyle değil miydim? Ne söyleyeceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu, bu hoşuna gidebilirdi ya da beni önemsiz biri sayabilirdi –o milyonlarca insandan farksız biri- . Ah Liam, neden senin yanında işler böylesine zorlaşıyordu ki?
Ne diyebileceğim hakkında zihnimde ufak bir tartışma yaşarken yanımıza bir kız geldi. Yirmili yaşlarında, hafif toplu, sevimli bir genç kızdı. Liam’a dönerek “Tanrı aşkına! Nerelerdesin sen? Kaç dakikadır seni arıyorum telefonunu da açmıyorsun, bu koca hastanede az daha kayboluyordum!” dedi sevimli bir mızmızlanmayla. Bana şaşkın gözlerle bakarak “Böyle tanışmak istemezdim, ben Parker, Liam’ın kuzeniyim.” dedi. En sevecen gülümsememle “Bunun bir önemi yok. Tanıştığıma memnun oldum Parker, ben Irmak.” dedim. İsmimi tekrarlamaya çalışmadan “Üzgünüm, Liam’ı yanından almam gerekiyor.” Birden gözlerini Liam’a çevirdi. “Annem pek iyi değil, hemşireler şu an yanında, tansiyonunu falan ölçüyorlar. Gelmen gerekiyor.” Liam gözlerini irice açıp “Çok kötü bir şeyi yok, değil mi Parker?” dedi ve oturduğu banktan hızla kalktı. “Hayır, y-yani bilmiyorum. Gel işte. Bu arada görüşürüz… Irmak.” İkisi ilerlemeye başlamışken ismimi bilmesine şaşırarak “Size de! Teyzen için tekrar geçmiş olsun Liam. Umarım en yakın zamanda iyileşir.” dedim sesimi aramızdaki giderek açılan mesafeyle orantılı olarak arttırırken. Liam sadece sıcacık bir şekilde gülümsedi –teşekkür eder gibi-. Sahi, Parker ismimi nasıl da çabucak söyleyivermişti. İçimden belki de Liam ona benden bahsetmiştir derken “Hayır Irmak, herkesin kuzenleriyle arası seninkilerle olduğu kadar yakın olmayabilir. Bu da ona her şeyi anlatması gerektiği anlamına gelmez.” diye düşünüp kendi düşüncelerimle çeliştim. Gülümsemekten kendimi alamadım, Liam gerçekten çok samimiydi. Bana bakışı, ses tonu, söylediklerime göre aniden değişebilen yüz ifadeleri… Beni kendisine aşık etmek için çabalamasına bile gerek yoktu, o zaten muhteşemdi.
Hastanenin bahçesinde kısa bir süre daha oturmaya karar verdim. Hava serin fakat güzeldi. Hastanenin devasa ışıklı tabelasının yansımasını süs havuzundaki suyun üzerinde görünce düşüncelere daldım. Tekrar lise yıllarımı düşünmeye başlamıştım. Liam Payne’e olan hayranlığımı –hatta bunun hayranlıktan da öte olduğunu-, grubun dağıldığını duyduğumda içimde bir şeylerin parçalandığını ve özellikle kim ne derse desin Directioner olmaktan gurur duyduğumu hatırladım. Ve şimdi yıllarca hayran olduğum adam karşımda duruyorken ona, eskiden hayran olduğumu, bir -hayrandan da fazla- Directioner olduğumu söyleyemiyordum. Ne kadar da acınılası bir durum! Yıllarca onunla tanışma hayalini kur, tanışınca gerçek hislerini ona söyleyeme! Bunun için elbette ki Parker’ı suçlamıyordum. Suç apaçık benimdi. Bunları düşünmenin bana acı verdiğini fark edip başımı yukarı, gökyüzüne doğru kaldırdım. Derin bir nefes alıp olanları sadece bir süreliğine unutmak istedim. Işıldamalarında kaybolacağım birkaç yıldız aradım ama yoktu. İngiltere fazla ışıklı bir ülkeydi sanırım. “Peki, buna da alışabilirim” diye geçirdim içimden.
Hastane kapısından içeri doğru bir-iki adım attıktan sonra resepsiyondaki kıza yönelip Lesley’nin hangi odada yattığını soracakken birden bu kararımdan vazgeçtim. Beynim gecenin ve yorgunluğun etkisiyle hızlı fakat biraz geç çalışıyor gibiydi. Kısık sesle “803 numaralı oda” diyerek zihnimdeki düşünceyi tekrarladım. Biliyorum çok fazla kat çıkmam gerekiyordu ama tek başıma asla o lanet asansöre binmeyecektim, kararım bu kez kesindi. Merdivenleri yavaş yavaş çıktım, bazı katlarda bir üst kata çıkabilmeniz için o koridoru geçmeniz gerekiyordu –alışveriş merkezi mantığı gibi-. Bende bunu bir işkenceye dönüştürmeden yavaşça katlar arasında ilerledim, asık suratlı pek çok insan gördüm, hatta bazılarına geçmiş olsun bile diledim. Sanırım tek amacım bu uzun gecenin oyalanarak geçmesini sağlamaktı. Sonunda 800lü odaların bulunduğu 8. kata geldim. Kapıyı yavaşça açarak içeri girdim, az da olsa bir mesafe bırakarak odaya hava girmesini sağladım. Şimdi de camları açarsam oda tam anlamıyla havalanmış olacaktı. Camları açmaya çalışırken bir hışırdama duydum, korkarak kafamı hızla çevirdim. Neyse ki Lesley sadece yattığı yerde kıpırdanıyordu. Hafif bir şekilde nefesimi bırakıp camı araladım. Bu ikimize de iyi gelecekti. Refakatçi için yerleştirilmiş açık sarı renkteki koltuğa uzandım, tek kişilik fakat açılabilen uzun televizyon koltuklarındandı. Hiçbir şey düşünmemeye çalışıp sadece birkaç dakikalığına uyumaya odaklandım. Zaten kısa süre içinde uyuyacağımı bildiğimden son kez Lesley’e baktım ve camı kapatmanın doğru olacağını düşündüm. Hızlıca kalkıp camı kapadım, sonra sıcacık yatağıma pardon, soğuk ve rahatsız edici geçici yatağıma geri döndüm. Bir an için Liam’ı düşündüm. Onun sımsıcak gülümsemesini, sevimli kahverengi gözlerini bir an olsun aklımdan çıkaramıyordum. Hafifçe bir iç çekip her zamanki gibi yarının harika bir gün olacağını düşündüm. Çok geçmeden uykuya daldım.