Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kısa bir anlık şoktan sonra beynim yeniden çalışmaya başlamıştı. Hemen zihnimden bir plan yaptım. İki yıldır Londra’da yaşıyordum ama buraya yakınlarda bir yerde eczane olup olmadığı hakkında bir fikrim yoktu. Etrafıma bakındım, hemen önüme gelen ilk taksiyi çevirdim. Şoföre çaresiz bir bakış atıp “Afedersiniz, çok acil eczane bulmam gerekiyor. Yakınlarda bildiğiniz bir yer varsa beni hemen oraya götürebilir misiniz?” deyip koltuğa iyice yerleştim. Şoför “Ah, evet aslında buraya çok yakın bir yer var hatta bunun için taksiye binmeye bile gerek yok.” dedi. Ben sinirimi içimde tutmaya çalışarak “Harika, hadi o zaman. Çabuk gidelim lütfen!” dedim sert bir sesle. Şoförün ahmakça bakışlarını görmemeye çalışmak gerçekten de zordu. Adam resmen “Şu ukalaya bak, Tanrı aşkına! Sen kendini ne sanıyorsun?” der gibiydi. Bunları düşünmemek için gözlerimi kapattım. Bir saniyeliğine şu an Lesley’nin nefes alamadığını hayal ettim. Nefes almayı kestiğimi fark ettiğim an, sanki denize dalıp akciğerlerimi zorlarcasına nefesimi tuttuktan sonra suyun yüzeyine çıkmış gibiydim. Hemen alabildiğim en derin nefesi aldım, yavaşça bıraktım. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı, endişelerimle mantıklı hareket edemezdim ne de olsa…
Şoförün “İşte burası. Borcunuz £10.” demesiyle kendime geldim. Hızla cüzdanımdan £20 çıkarıp adama uzattım. Para üstünü almak için vakit yoktu. Sonra birden şoföre “İki dakika, sadece iki dakika bekler misiniz?” dedim. Adam umursamaz bir tavırla omuz silkti. Hemen çantamı kapıp eczaneye doğru koştum. İçeri girip, eczacıya hızla “Bir tane Albuterol lütfen. … Şey biraz çabuk olursanız..?” dedim. Kadın garip bir bakış atıp, ilacı poşete koymaya çalışırken hemen parayı uzattım. İyi akşamlar diyecekken vazgeçip arabaya koştum. İyi akşamlar demeye bile vakit yoktu. Arabaya girip sertçe kapıyı kapattım. Hemen şoföre evi tarif ettim. Topu topu 2-3 dakikalık yol bana tam bir işkence gibi gelmişti. Her zaman olduğu gibi yine en kötü ihtimalleri düşünmeden edemiyordum. Neyse ki sonunda eve vardım. Taksiye ne kadar para vereceğimi hesaplayamadan adama bir 20’lik daha verdim. Lanet olası, bugünün kazancının hepsini benden çıkarmıştı! Sinirimi arabanın kapısından çıkarırcasına kapıyı kapattım. Koşar adım apartmana yöneldim. Zile basmayı planlarken, böyle bir durumda kapıya bakamayacaklarını düşünüp hemen çantamdan anahtarımı çıkardım. İlk önce demir, giriş kapısı vardı tabi ya. Lanet olsun! Kapıyı zorla ittirerek apartmanın içine girdim. Merdivenleri topuklu ayakkabılarla ikişer üçer çıkmaya çalışırken düşecek gibi oldum. Tırabzana tutundum, hayır, düşmeme izin vermeyecektim. Sahi, biz niye 1. veya 2. kattan bir daire almamıştık ki? Yaptığım bir hata daha… Nihayet bizim evin kapısına ulaştım. Elimdeki anahtarı hızla deliğe sokup bir kez çevirdim, kapı açılmıştı. Ayakkabılarımı rastgele çıkarıp kendimi içeri attım. Birkaç odanın ışığı yanıyordu. Hemen oturma odasına koştum. Sağa sola bakındım, kimse yoktu. “Nasıl yani? Neler oluyor burada?” derken çıkarabildiğim en yüksek sesle “Kızlaaar!” diye bağırdım. Cevap gelmeyince tuvalet dahil bütün odalara baktım. Bir yandan da gözyaşlarımı siliyordum. Onun hastaneye gitmesine ben sebep oldum, benim yüzümdendi her şey. Bir dakika korkudan, çaresizlikten ağlamakla elime ne geçecekti ki? Hemen çantamın iç cebinden cep telefonumu çıkardım. 2’ye bastım, hızlı arama. Melinda’yı arıyordum. İkinci çalıştan sonra telefon açıldı. “Irmak, nerelerdesin sen?!” bana sinirli olduğu her halinden belliydi. Şaşkın ya da gergin olduğum zamanlardaki gibi yine kekelemeye başladım. “B-b-ben çok ü-üzgünüm. Gerçek-t-t-ten.” Düzgün konuşabilmek için derin bir nefes aldım. “Neredesin, yani hangi hastane? Getirmem gereken şeyler var mı? Hepsinin canı cehenneme! Lesley’nin durumu nasıl? Kendinde mi? Konuşabiliyor mu?” “Dur biraz, sakin ol tamam mı? Şimdilik kesin bir şey söylemediler, bekliyoruz. Gelirken bir şey getirmene gerek yok sanırım. Ben birazdan hemşireye sorarım. Ha, bu arada Claudia nerede biliyorsundur umarım.” “Yani tam olarak bilmiyorum ama birkaç gün önce birisinin partisi için neler giyeceğini falan zırvalıyordu. Kesin yine partidedir hanımefendi!” Claudia aramızda en çocuksu, en şımarık olanımızdı. İngiltere’de de Boston’da yaşadığı gibi rahat yaşamayı planladığından her gece partilerdeydi. Ona göre hayat çok kısaydı. Sadece eğlenmekle hayatın tadını çıkarıyordu –ya da öyle yaptığını sanıyordu-. Ama bana sorarsanız bu fazla umursamazlığı yüzünden hiçbir şey onun için bir anlam ifade etmiyor. Hayata her zaman pembe bir gözlük takmış gibi bakıyor, sadece eğlenmek için yaratılmış gibi yaşıyor. Ne kadar harika değil mi? (!)