10. Gün - (El Becerisi)

79 1 0
                                    

6. Sınıftayken en sevmediğim ders "Ev Ekonomisi" dersiydi ve bunun iki gerekçesi vardı. Bir: Çoğunlukla el becerilerine dayalı bir ders olması. İki: Bu dersimize giren öğretmenin "Cintosun" olması.

Adını soyadından alan Ev Ekonomisi öğretmenimiz Cintosun, görünüş itibarıyla kısa boylu, biraz kilolu, kıvır kıvır uzun sarı saçları olan, kaşları incecik, kahverengi gözlerinin etrafı daima sürmeli, 30-35 yaşlarında bir kadındı. Kişilik olarak da sert mizaçlı biriydi. Çabuk sinirlenir, sinirlendiğinde o tiz ve ekşi sesini yükseltir, sesini yükselttiğinde ise sesi sınıfın duvarlarından sekerek kafamıza saplanırdı. Ve biz öğrencilerini en çok ilgilendiren yönüne bakmak, yani bir "öğretmen" olarak değerlendirmek gerekirse; otoriter, takıntılı ve mükemmeliyetçi.

Öyle ki, nacizane benim de içinde bulunduğum "sınıfın başarılı öğrencileri tayfası" bile, genel manada en düşük notlarını ondan alırdı.

Neyse, yine bir Ev Ekonomisi dersiydi ve "küçük, tahta bir tezgahta, küçük, saçaklı bir halı dokumak" yeni görevimiz olmuştu. Bu görevi yerine getirebilmemiz için de, bir ay gibi bir süre tanınmıştı bizlere.

Bunları söylemesiyle birlikte sınıfta düşen yüzler, Cintosun'un çantasından çıkardığı kendi eseri minik ve de mükemmel halısını göstererek, "Böyle bir şey istiyorum" demesiyle canlandı tekrar. Herkes hayran hayran onun halısına bakıp, çaktırmadan yanındakiyle konuşurken de, "Tezgahlar ve ipler haftaya derste olacak" diyerek noktayı koydu.

Ancak teneffüs zili çalınca ayılmış, kendime gelebilmiştim... Gelir gelmez de, "Ne halt yiyeceğim ben şimdi?" diye sordum kendime. "Yapacaksın işte, başka seçeneğin var mı?" tarzında bir karşı soruyla yanıtladı kendim. "Neyse" dedim kendime ve eve gider gitmez de anneme ilettim; Cintosun'un, benden, bana kalırsa korkunç talebini.

"Tahta için filanca marangoza git, ip parasını da ben veririm" dedi annem. Dediğini yapıp, ertesi gün o marangoza gittim. Değerli vaktini nereden çıktığı belirsiz bir çocuk uğruna heba etmek istemediğinden olsa gerek, önceleri benimle ilgilenmeyen marangoz; onun tanıdığı birinin oğlu olduğumu öğrenince, nihayet ihtiyaç duyduğum tahtaları bulup buluşturdu ve babama iletilmek üzere selamını da ekledikten sonra, yolcu etti beni. Ben de aynı günün akşamında, babamın da yardımıyla hazırladım tezgahı.

Evet, sıra gelmişti ipe... Anneme yapmam gereken halıyı tarif edince, o da az buçuk bu işlerden anlayan birisi olarak kafadan bir hesap yaptı hemen ve işimi görecek kadar bir parayı, yani ip parasını verdi.

Artık tamam olduğumu düşünebilirsiniz, lakin kazın ayağı öyle değil maalesef! Çünkü ertesi gün okul çıkışı, devamlı gittiğim atari salonuna uğramış ve Street Fighter tutkuma kurban vermiştim ip parasını. Ama laf aramızda adamım Guile ile harikalar yaratmış ve yine önüme geleni devirip, salondaki diğer Street Fighter müdavimlerini kendime hayran bırakmıştım.

Neyse, gerçeği itiraf etmem halinde annemden yeniden ip parası alamazdım, bu kesindi. Parayı düşürdüm gibisinden bir yalanı da yediremezdim, çünkü daha önce birkaç defa kullanmış olmamdan mütevellit yenme limitini doldurmuş bir yalandı bu. "Başka ne şekilde bulunabilir?" diye düşünüyordum ki, aklıma süper bir fikir geldi.

Babamın, "çalışırken giyerim" mantalitesiyle, eski elbiselerini atmadığını biliyordum. Hatta günlük hayatta kullandığı yeni elbiselerden çok, işte giyerim diye atmadığı eski elbiselere sahipti babam. (O işler hiç yapılmadı. Bu elbiseler de zaman içinde gruplara ayrılarak çöplere atıldı ama, bu konumuzun dışında tabii.) Konumuz dahilinde olan; bu elbiselerin içinde kazakların da olduğuna emin olmamdı ki, sadece bir kazak demek, ihtiyacımı karşılayacak ölçüde ip demekti.

NEYSE Kitabından AlıntılarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin